20 Şubat 2025 Perşembe

Duygular üzerine

 Bu yazıda duygulara, duyguların insan üzerindeki yansımalarına, bu yansımaların sosyal yaşama etkilerine, ahlaki normları oluşturmasına ve duyguların işlevlerine değineceğim. Akademik veyahut bilimsel metodolojiyi umursamadan naçizane yorumlayacağım.

    Duygular insanı insan yapar. Bunu derken insani olana dair klasik anlamdaki şeyleri kastetmenin yanında düşünsel altyapıyı, sanatı, toplumları yani kısaca 'medeniyeti' de kastediyorum. Duygular kimilerince insanları zafiyete sürükleyen, insanların yanlış ve mantıksız kararlar almasına sebep olan olgular olarak değerlendiriliyor. Üstünkörü ele alındığında haksız da sayılmazlar. Çoğu zaman insanlar duygularının esiri olarak ayıp, günah ve kötü vb. yargılar sebebiyle kendileri için en yararlı şeyi yapmaktan geri duruyorlar. Bunun yerine saf çıkarcılıkla hareket edilse daha avantajlı bir konum elde edilebilir. Bu çıkarcılığın, her zaman diğer insanların suistimaline dayanacak düzeyde kötücül olmasına da gerek yoktur. Fakat eğer ki sürekli çıkarlarımıza yönelen bir canlı olsaydık, insanoğlu bugünlere gelemez, gelseydi de bugünkü medeniyet düzeyine kesinlikle erişemezdi. 

En başından beri iş birliğine olan mecburiyetimiz sosyal yaşamı da doğurmuştur. Sosyal yaşamın dinamikleri ise duygularımız ve empati becerimiz ile şekillenmiştir, duygularımız ve empati becerimiz de sosyal yaşamın dinamiklerine göre şekillenmiştir. Başka bir yolu da yoktur. Bu ahlakla iç içe bir durumdur, bu konuyu zaten daha önce yazmıştım. İnsanların görünürde 'mantıksız' olan, duygusal düzlemdeki kararları kısa vadede anlamlı yararlar sağlamıyor olabilir fakat uzun vadede çok büyük yararlar sağlar. İnsanlar toplumdaki güvenilirliğini bu sayede inşa edip iş birliğinden aforoz edilmez ve 'insani kabullere' uyduğu için yardıma ihtiyaç duyduğu anlarda diğerlerinin yardımından istifade edebilir. Tüm bu sebeplerle duyguları göz ardı etmemek, insanı uzun vadede mantıklı ve stabil bir yola sokmaktadır.

İnsanlar mantıksız olmasına rağmen duygularının etkisiyle verdikleri kararlarının sonuçlarını, acısıyla tatlısıyla dolu dolu bir hikayelerinin ve anlamlı bir hayata sahip olduklarının inancıyla mantığa bürümüşlerdir. Ayrıca bu duygusal taraflarının, kendilerinin özel ve nihayetinde 'iyi' yapan olgular bütünü olarak ele alıp 'faydalı olmasına rağmen duygularına boyun eğerek uygulayamadıkları eylemleri' bu inançlarla tazmin etmişlerdir. 

Yani insanlar faydalı ama etik olmayan durumlar karşısında üç temel yöntem geliştirmişlerdir. Bu yöntemler kişiden kişiye göre değişebileceği gibi şartlardan şartlara göre de değişebilmektedir. İlk olarak o eylemi yapmak. Sonuçta insan gerçekten kardadır ve bir tatmin duyar. İkinci olarak yapmamak. Gerçek bir kar olmamasına karşın ortada vicdani olarak bir kar vardır. Üçüncü olarak, yapıp da pişmanlık duymak. Bir eylemi yapma cazibesine kapılıp kar elde edilir fakat olayın sonrasında vicdani olarak bir zedelenme yaşanır. Bu, ahlaki doğru ile 'o anki doğrunun' arasında kalmaktan kaynaklanır. Pişmanlıklar yüksek duygulardan kabul edilir ama son derece bencilcedir. Çünkü ortada ahlaka uygun olmamasına rağmen yapılan bir eylem vardır. Bunun da ötesinde duygusal bir kar da vardır. Durumdan faydalanılmış, ardından pişmanlık ve vicdani hislerin ulviliğinden de faydalanılmıştır. Pişmanlık, doğru olanı yapmanın hafifliği gibi olumlu bir duygu olmamasına karşın aslında doğruyu ve yanlışı ayırt edebilen iyi bir insan olmanın inancından kaynaklanır. Yani kişi, o an faydasını düşünüp bencilce bir karar vermiştir fakat aslında iyi bir insandır, bir anlık zafiyete düştüğü istisnai bir durumla karşılaştığı inancındadır. Tüm bu pişmanlıklar benlik sermayesini müthiş güçlendirerek insanın anlatısını besleyen, hayatı daha da anlamlı kılan duygulardır.

    Yani günümüzün şartlarıyla düşünüldüğü zaman duygularımız bizi daha 'başarılı' varlıklar olmaktan alıkoyan olgular olarak ele alınabilir. Fakat duygular olmasaydı iş birliği, toplumsal düzen, teknolojik gelişmeler ve medeniyet mümkün olamayacaktı. Yalnızca mantık veya yalnızca duygularla hareket etsek bugünlere gelemeyecektik. Mantığımızla duygularımızı çok iyi bir araya getirip zenginleştirdiğimiz için bu durumdayız.

    


    Duygularımız, insanların üzerine epey eğildiği bir olgu olmasına karşın genellikle işlevlerinden ziyade romantize edilerek destansı mitler ve şairane ifadelerle ele alınan olgulardır. Hatta bu öyle bir hal almıştır ki hayatını anlamlı ve oldukça özel olarak yaşadığına inanan ve 'değerli' olan her ne ise ona yönelme gayretindeki insanoğlu, duyguları da en yüksek haliyle yaşadığına kendini inandırmak istemiştir, buna ikna da olmuştur. Bana kalırsa insan beyninin en önemli görevi, var olan durumları son derece hızlı ve oldukça doğru bir şekilde değerlendirip kıyaslayabilmesidir, yani insan beyni bir kıyaslama makinesidir. Bu kıyaslamalara somut veriler dahil olduğu gibi soyut kavramlar da dahildir. Zaten bizi insan yapan en önemli şey de soyut şeyleri anlamlandırabilme yeteneğimizdir. Bu bakış açısıyla meseleyi ele almam gerekirse insanların, duyguları da kendi içinde kategorize ettiğini söyleyebilirim. iyi ve kötü, olumlu ve olumsuz, beklendik ve beklenmedik, yüksek ve banal... İnsan banal duygularıyla hayatta kalır, yüksek duygularıyla var olur. Yüksek duyguları en iyi karşılayan duygular aşk, acı ve merhamettir.. Aşk tıpkı ışık gibi diğer tüm duyguların karışımı ile oluşan yüksek bir duygudur. İnsan, aşkını oldukça özel ve biricik olarak düşünür. Acı, var olan duruma karşısında içsel olarak ortaya çıkan bir duygu olmakla birlikte hissettirdikleri yoğundur. Merhamet ise dışsal bir duygudur. Bir mesele insanın kendisini ilgilendirmese dahi içinde bir şeyler duymasıdır. Merhamet hissi aşk ve acı kadar yoğun olmasa da altruizm sebebiyle yüksek hislerdendir. 

    İnsanlar duygularını kendine has bir durum olarak varsayar. Duyguların yoğunluğunu ve şiddetini olduğundan daha fazla tasavvur eder, buna kendini inandırmaya çalışır. Bu duyguların ne olduğu önemli değildir, önemli olan hissedebilmek ve hissettiklerinin de ötesinde bir duyguduruma girerek bir anlatı yaratabilmektir. İnsan bu 'öykü'lerle beraber insan olduğunu hisseder. Özel ve biricik olduğunu kendi kendine ispatlar. Kimi zaman hoş kimi zaman tatsız yönleriyle dolu dolu, yaşanmaya değer ve her rengi barındıran bir yaşam sürdüğü yönündeki hislerini pekiştirmek ister. 

Acılara tutunmak gibi kulağa arabesk gelen beylik sözlerin altında derin anlamlar vardır. Anlamlardan kastım ulvi hislerden ziyade apaçık bir gerçekliktir. İnsanın yaşadığı her şey ama her şey bir benlik sermayesidir. Bu hususta 'şanssız' olduğunu düşünenler, öykülerini acıları üzerinden kurgularlar. Bu acılar çoğunlukla fiziksel değil manevi acılardır. Bu yöntemi düstur edinmiş insanlar, neredeyse sadece acılarıyla var olabilir konumuna, kendi kendilerine gelmişlerdir. Üstelik bu durum kendini daima besleyen bir süreçtir, anlatısını acılar üzerine şekillendiren insanlar mutlu olsa dahi bunu kabullenmez veya yeterli bulamaz. Çünkü artık bu insanların asıl hikayeleri acılar üzerinedir. Ayrıca bu insanlar kendilerini mutluluğa odaklanmış ve mutluluğun peşinde sanabilirler fakat genellikle durum tersidir. Gerçek mutluluğun ne olduğunu düşünmemişlerdir, sadece bu konuda belli ön kabulleri vardır. Aslında bu acı ile iç içe durumlarından da büyük bir haz alırlar ve toparlanma ihtiyacını hissedemezler. En ufak bir zorluğu dahi anlatılarını besleyen bir etken olarak ele alıp asla unutmazlar. Diğer her anlatı gibi acılar üzerine kurulan anlatılar da abartılıdır. Abartılmalıdır çünkü daha güçlü bir hikaye olmalıdır, daha güçlü bir hikaye olmalıdır çünkü daha anlamlı ve biricik bir yaşam olmalıdır.

Hele ki aşk ve acı iç içeyse, yani ortada bir aşk acısı varsa bu durum daha da 'özeldir'. Çünkü iki yüksek duygunun yoğun etkisi insanı bilinçli bir sarhoşluğa sürükler. Bu durumdaki her bir insan en büyük aşkın kendisinde olduğunu, aşkın ıstırabıyla en çok kendisinin karşılaşıp mücadele ettiği kanısındadır. Bu aşk acısı insanın anlatısını, yaşam öyküsünü muazzam biçimde kuvvetlendirecek bir olgudur. Güya süründükleri, yer yer gülünç duruma düştükleri ve oldukça özel buldukları aşklarının acısından diğer insanlara bahsetmekten imtina etmezler hatta bir yolunu bulup da bunu anlatmanın fırsatını kollarlar. Anlatırlarken ise jestlerle, mimiklerle, tonlamalarla ve abartılı cümlelerle süslerler. Bunu anlatırlarken tuhaf bir haz duyarlar, bu haz epey karmaşıktır. Anlatılmaya değer bir öyküye sahip olduğuna inanma ve inandırma, insanlara kendini dinlettirme, teatral bir yöntemle tek kişilik bir gösteri yapabilme, karşısındakini hayrete düşürme arzusu ve daha fazlasının toplamıyla oluşan, bol bol övünce dayanan bir haz. 

    Duygular modern dünyanın dayattığı sistemde bu hale gelmiştir. Modern dünyada her insan biricik olduğu gibi her insanın duyguları da biriciktir. Her bir insan yaşadıklarının oldukça özel, kendine özgü ve yer yer istisnai durumlar olduğunu düşünür. Modern insan yaşadıkları ve hissettiklerinin bu kadar özel olmasına rağmen bunları diğerleriyle paylaşmaktan asla çekinmez. 'Diğerleri' yalnızca yakın çevre ile sınırlı değildir, teknolojinin gelişimiyle birlikte dünyanın diğer ucundaki insanlarla bile bağlantı kurabilmek mümkün hale gelmiştir. Modern dünyanın paradigmalarına göre insan, başkaları tarafından algılandıkça var olabilir. Beğenilme kaygısı bu uğurda çok önemlidir fakat algılanmak sadece beğenilmekle sınırlı değildir. Bilinçli olarak beğenilmemeye, kabul edilmemeye uğraşmak da yadırganarak kabul edilmeyi getirir, bu da diğerlerince algılanmayı doğurur. Modern dünyanın belli ritüelleri ve normları vardır. İnsan, bunlara uyarak yadırganmaktan kaçınır ve 'bir yere' ait olabilir. Kapitalizm, başlıca seçenekler sunmayı yöntem edinmiş bir sistem olduğundan dolayı, insan bile isteye mikro marjinalliklere saparak bunlarla özel ve biricik olduğunu hisseder ve buna kendini inandırır. Sonuç olarak insanlar belirli kalıplarda kalarak konfor alanı ve aidiyet bulur yani hayatta kalır; belli, bazen de zoraki, mikro marjinalliklerle özel ve biricik olur, yani var olabilir.

Bu algılanma arzusu maddi imkanları ve yaşanılan deneyimleri kapsadığı gibi duyguları da kapsamaktadır. İnsanlar hiç çekinmeden, isteyerek ve hatta buna mecbur hissederek benlik sermayesi olarak isimlendirdiğim duygularını, düşüncelerini, deneyimlerini, arzularını, hayat hikayelerini, kendini kendi yapan her şeyi, bu uğurda kullanmaya hazırdır.

Kapitalist sistem, daimi algılanma isteğini doğurmuş ve bunu gitgide daha da perçinlemiştir. Bunun doğal sonucu olarak insanlar finansal, akademik vb. konuların yanında algılanma üzerine de sürekli olarak bir rekabet halindedir. İnsanların bu paradigmadan kopmamak için sürekli uğraş halinde olması gerekmektedir. Artık önemli olan duygular ve hislerden ziyade tüm bunları deneyimlediğini karşı tarafa ispatlama çabasıdır. Bunlarla beraber gerçek hisler, samimi ve sahici duygular önemsizleşmiş, insanlar kendilerine yabancılaşmıştır. İnsanlar yabancılaşmanın farkında olsun veya olmasın içten gelen derin bir huzursuzlukla mutlaka karşılaşmıştır. Bu huzursuzluğu, kapitalist sistemin rekabeti örtmüş ve hatta insanın üstünlük hazlarını beslemesiyle doyurmaya çalışmıştır. Fakat insanlar yine de duygularına muhtaçtır ve duygularını duyumsayamadıkları için şiddetli duygular yaşadığına inanmaya kendilerini şartlamışlardır. Duygularını yoğun yaşadığına inanmak zorunda olan modern insan, kapitalist sistemin neden olduğu benlik sermayesini paylaşma icadıyla bu yola girmiş ve elinde kendine dair çok bir şey kalmadığı için tüm bu zoraki kurguladığı benlik sermayesini paylaşmaya mecbur hale gelmiştir. Yani kapitalizmin getirdiği durum önceleri insanlara hizmet eder veya öyle görünürken şimdi insanlar bu duruma zorunlu oldukları inancıyla kapitalizme hizmet etmeye başlamışlardır. Zoraki yüksek duygular yaşama çabası ve buna inanma hali insanları yaşayan ölülere çevirmiştir. Farkında olunmayan daimi bir huzursuzluk ve her an kısa ve şiddetli hazlarla mutluluğa ulaşmaya bağımlı varlıklar haline gelmişlerdir. Huzur kavramı, daha uzun ve durağan bir ruh haliyken mutluluk daha kısa ve çalkantılarla beslenen bir ruh halidir. Bir insan huzursuzken de mutlu olabilir fakat hep bir burukluk hissedecektir.

Bazı insanlar bu daimi huzursuzluklarının sebebini doyurulmamış manevi hisler olabileceğini düşünmüştür. Belki haklı da olabilirler. Fakat ben sebebin, en azından tamamen, bu olduğunu düşünmüyorum. Modern insan manevi boşluğunu doldurmak adına birtakım 'yüksek' hislere yönelme eğilimindedir. Günümüzde envai çeşit sivil toplum kuruluşunun ve meditasyonun revaçta olması bu sebepledir. Fakat ne yazık ki bu faaliyetler de maksadından sapmış durumdadır. Tüm bunlar asıl olarak samimi hisler yaşama, anda kalma, uzun veya kısa inzivalara çekilmeler odaklı değildir. Bir cemiyete dahil olma, marjinal eğilimlere sahip olma maksatlıdır. Tüm bu rafine eylemlerle yine 'algılanma' dürtüsünün tuzağına düşülmüştür. Buna rağmen bu eylemlerin insanın manevi yönüne dokunduğu da bir gerçektir.

    Modern dünyanın doğurduğu 'Business' hayatı ve beyaz yaka normları 'duygularının esiri' olunmaması gerektiği söylemini motto bellemekle kalmayıp adeta yaşam tarzı haline getirmiştir. Modern insan duygularının esiri olmamaya oldukça dikkat ederken 'duygulanımın' esiri olmuş, olduruluvermiştir. Zamanın ruhu artık tek bir alanda ustalıktan ziyade birçok alanda ortalama düzeyde bilgi ve beceri sahibi olabilmeyi emrediyor. Teknolojinin hızlandıkça insanlar da hızlanmıştır. Aynı anda birden fazla şeyle meşgul olmak modern insanın çocukluktan beri normali haline gelmiştir. Kapitalist sistemin insanları sürekli tüketmeye yönlendirdiği malum. Modern insanın elle tutulur ürünleri ve hizmetleri ne kadar hızlı tükettiğine değinmeyeceğim. Modern insan sadece ürünleri değil deneyimlerini, hislerini ve duygularını da çok hızlı tüketiyor. Hatta duygularını, hislerini, deneyimlerini yani kendisini kendi yapan şeyleri, ürünlerden daha hızlı tükettiğinden dolayı tam anlamıyla bir tüketim canavarı olabiliyor.

    İnsanları robotlardan ayıran olgular duygularıdır. Kapitalizm, duyguları yaşanılacak olgulardan ziyade gösterilmesi gereken durumlar haline getirmiştir. Ayrıca kolay olan ne ise onlara yönelme eğilimde olan insanoğlu yadırganmama, rekabet edebilme vb. saiklerle modern dünyanın dayattığı duygulara mecbur olduğunu hissedip bu duyguları yaşıyor gibi yapmıştır. Sahte duygularla çevrelenen modern insanın robottan farkı kalmamıştır. Kapitalizm modern insana bu sebeple bu kadar hükmedebilmiştir. Kapitalizm duyguları yaşanacak değil gösterilecek olgular haline getirerek insanları duygularına, yani kendilerine yabancılaştırarak robotlaştırmış; insanların duygularını, hislerini ve arzularını manipüle ederek, kontrol ederek ve hatta en baştan yaratarak onları mankurtlaştırmıştır. Kapitalizmin en büyük marifetlerinden biri de budur.



    Sözün özü; bunca yaygara ve ispat çabalarına rağmen modern insan, zannettiği kadar özel ve biricik olmamakla birlikte tüm duygularını ve hissettiklerini an be an başkasına göstermeye uğraşsa da aslında 'gerçek' bir duygu yaşayamıyor. O zaman, günlük hayattaki bu kadar iniş çıkışlar karşısındaki tepkiler nedir, duygu değil midir? O kadar duygu 'eşşek'te de olur. Modern insan gerçek anlamda duygu yaşayamamasına rağmen duygulanım müptezeli haline gelmiştir.

SAHİPLİK SÖZLEŞMESİ: Kadın Erkek ilişkilerinin Toplum Düzeni İnşası

      Açıkçası bu yazıyı yazarken gerek sosyolojiyi gerek kültürel antropolojiyi gerekse de diğer önemli disiplinleri yeteri kadar bilmediği...