Açıkçası bu yazıyı yazarken gerek sosyolojiyi gerek kültürel antropolojiyi gerekse de diğer önemli disiplinleri yeteri kadar bilmediğimin farkında olsam dahi bu yazıyı yazma konusunda kendimi tutamadım. Bu yazı belki uzun olacak fakat kadın erkek ilişkilerinin toplum düzenini nasıl inşa ettiğini, cinselliğin önemini ve görevini, modern dünyanın beşeri krizlerinin sebeplerini tutarlı bir zeminde ilişkilendirip açıklayabileceğime inanıyorum. Bu hususta yazacaklarım savunduğum fikirler değil, tespit ettiğim durumlardır ki bunun altını kalınca çizmek isterim. Bunu da belirttiğime göre başlayabilirim.
İnsan beyninin bir kıyaslama makinesi olduğundan bahsetmiştim. Bu kıyaslama makinesinin en büyük işlevi alınan girdileri kategorize ederek çeşitli şemalarla eşleştirip işlemesidir. Bu işlemler hızlı ve garantici kararlar alabilmeye yaramaktadır. İnsan beyni nasıl sonsuz kavramını tahayyül edemiyorsa eşitlik kavramını da idrak edemez, etse bile kabullenemez. Yani insanın istemsizce her şeyi kıyaslama refleksi aslında bir güç tayini kurgulayıp mevcut durumda kendine göre optimum pozisyon edinebilme yöneliminden başka bir şey değildir. Güç -ki bu güç kavramının kendisi ortamdan ortama değişebilmekle beraber kesinlikle insanlarca hissedilebilen bir olgudur- eşit dağıtıldığı takdirde kaos çıkar, eşitsizlik olduğu takdirde düzen oluşur. Güç dengesi ne kadar asimetrik ise sistemler o kadar düzenlidir. Yani dengesizlik ilişkilerde dengeyi, denge ise ilişkilerde dengesizliği getirir. İnsanoğlu tarih boyunca genel olarak mutlak güce ulaşmak istemiş, ulaşamadığında ise otoriteye bile isteye boyun eğmiştir. Kendini gücün paydaşlarından biri hissedebilmek adına gerçekliği tartışılır fakat soyutluğu su götürmez bir gerçeklik olan olgulara tutunmuştur. Yani insanoğlu mutlak gücün sahibi olmadığını ve olamayacağını bilse dahi bu gibi olgularla kendini bir 'sessiz güç', 'derin paydaş' olarak addedip avutmuştur.
Kadın erkek ilişkileri de bu bağlamda süregelmiştir. İnsanoğlu var olduğundan yakın zamana kadar fiziksel olarak daha büyük ve güçlü olan erkekler kadınlara karşı baskın konumda olmuşlardır. Fakat erkeklerin bu fiziksel üstünlüğü bütünüyle zorbalık üzerine olsaydı bu uzun vadede erkekler de dahil hiçbir insanın işine gelmezdi. Bu fiziksel üstünlüğe dayanarak bir sistem kurgulamak olabilecek en mantıklı hamle olurdu. Hem bir temele dayanarak hem de gerek ön kabullerle gerekse de sonradan şekillenen yargılarla erkeğin egemenliğini esas alan bir düzen kuruldu. Erkek egemendi fakat toplumun biçilen rollerinin dışında olmayan her ferdini de kapsıyordu. Her insan elinde olmaksızın kendisine biçilmiş rolü ve kendi bireysel meziyetleriyle sistemin eşit olmasa da karlı birer ortağı oluyordu. Temeli düzgün atılmış, net ve güçlü bir sisteme itaat etmek ise kaosa göre kesinlikle evlaydı. Sistem gayet tabii eşitlikçi değil fakat 'maalesef' insanoğlu eşitlikçi bir düzen kuramaz, kursa bile sürdüremez.
Hem toplumdaki hem de ailedeki kadın erkek ilişkileri adeta kadına göre güçlü olan erkeğin egemenliği ve erkeğe göre daha arzulanabilir konumdaki kadının arasında oynanan bir danstı. Kadın maalesef meta konumundaydı, ben yazının bu kısmından sonra meta yerine mal diyeceğim. Kadını değerli bir mal konumuna getiren ise üremeydi. Bu hem soyun devamı anlamına gelirken hem de cinsel ihtiyaçların karşılanması anlamına geliyordu. Bu denli güçlü konumdaki erkekler cinsel ihtiyaçlarını genel ölçüde tecavüz gibi gayrimeşru yollarla değil de neden evlilik veya prototipi gibi meşru yollarla karşılıyorlardı? Çünkü ahlak, kültür, töre, ön kabuller ve düzen herkesin işine geliyordu. Tüm bunlar sayesinde statükonun avantajlı veya dezavantajlı konumundaki aktörü olunsa bile daha uzun yaşayabilmek ve bu sayede neslini sürdürmek gibi ortak bir çıkarın paydaşı olunuyordu. Bu statüko da güçlünün hükmetmesine karşın herkesin yaşayabilmesini vadediyordu. Güç hiyerarşisi elbette ki her yerdedir, iki cinsiyet arasında ise erkeğin egemenliği barizdir. Kadınlar erkeğin malıdır. Kadının kendisi değil ona biçilen rol esastır. Kız alıp verme yolu ile aileler arasında ilişki kurulup iş birliği yapılabilir. Yani bir kadın oğlu için işlerini görecek kutsal bir varlıktır, kızı için kendini mevcut düzene hazırlayacak bir öğretmendir, ailesi için diğer ailelerle ilişki kurabilmek için veyahut bir çıkar elde edebilmek için kullanılacak bir nesnedir, kocası için bütünüyle sahip olduğu bir maldır ki buna uzun uzun değineceğim.
Karı koca arasındaki ilişki adeta bir sahiplik ilişkisidir. Erkek mal olarak gördüğü kadınının mutlak sahibidir. Bir erkeğin bir kadınla evlenebilmesi yolundaki gerek şartı bakireliktir. Çünkü bir kadının mutlak sahibi olabilmek adına bakirelik elzemdir. Sosyal bir hayvan olan insanoğlu el alem ne der kaygısıyla yaşar. Bir erkek karısının kendinden önce başka erkeklerle cinsel ilişkiye girmesini etrafta dolaşacak dedikodular yüzünden istemezdi, bu dedikodular yüzünden karısının mutlak sahibi olmadığı açığa çıkardı. Hiçbir erkek itibarından ödün vermemek için bakire olmayan bir kadınla evlenmezdi. Çünkü bu durum kadının mutlak sahibi olamadığı düşüncesini getirecekti. Erkekler karılarını kendi malı olarak görmekle kalmayıp adeta kendi uzantıları olarak ele alırlar bu da erkeğin karısıyla özdeşleşmesini, bütünleşmesi doğurur. Yani bakire olmayan bir kadınla evlenmek demek erkeğin de namusunu zedelerken bir nevi erkeğin de bakireliğini elinden alırdı. Burada bilhassa erkek için bakire kavramını kullanıyorum, cinsel ilişki yaşamayan erkeklere bakir denirken neyi kast ettiğimi anlamanızı isterim. Bugün bile bakireliğe keskin çizgilerle önem veren erkekler var. Bu erkeklere; dünyada sadece iki insanın kalacağı bir senaryo sunun. Biri kendisi diğeri de kendi ölçütlerince güzel bulacağı bir kadın olsun fakat bu kadın bırakın bakire olmayı zamanında fahişelik yapmış bir kadın olsun. Bir çoğu bu kadınla düşünmeden cinsel ilişkide bulunacaklarını söyler ve yine hatrı sayılır bir kısmı bu kadından çocuk yapacağını dolayısıyla evleneceklerini kabul eder. Yani önemli olan kadının 'temiz' olup olmamasından ziyade toplum nazarında 'temiz' olmasıdır. Birçok karar gibi bu da insanın toplum karşısında düşeceği durumu gözetir. Ortada bir toplum yoksa ahlaktan kime ne ki? Neyse yazıma devam edeyim. Peki bakire olmayan bir kadınla asla evlenmeyen erkekler dul bir kadınla evlenme konusunda nasıl çok daha yumuşak olabiliyordu? Bir kadının ilk sahibi olabilmekten de öte bunun bir sözleşme mahiyetinde merasimle olması önemlidir. Nikah, düğün ve benzeri merasimler meşru bir birlikteliğin ilanından başka bir şey değildir. Önemli olan düzendir, önemli olan statükodur, önemli olan ahlaktır, önemli olan töre ve kültür yani önemli olan toplumsal bir meşruiyettir. Unutulmamalı ki statükoyu oluşturan güç dengesini oluşturan koşullardır, koşulların değiştiği bir ortamda veya bambaşka olduğu bir evrende dengeler yine kurulacaktır fakat bambaşka dengesizlikler üzerine inşa edilecektir.
Bir erkeğin belli başlı kadınların sahibi olacağı kabul edilir. Buna sahiplik sözleşmesi adını veriyorum. Sahiplik sözleşmesi kapsamında insanlara verilmiş roller net, anlaşılır ve makul bulunmuş olacak ki yıllarca geçerli kalmıştır. Sahiplik sözleşmesine göre iki çeşit sahiplik anlayışı vardır. İlki zaten doğar doğmaz, bir şey yapmaksızın edinilen sahipliklerken ikincisi sonradan kazanılan sahipliklerdir. Doğar doğmaz kazanılan sahipliklere göre bir erkeğe nikah düşmeyen kadınlar o erkeğin doğal mallarıdır. Yani bir erkeğin annesi, kız kardeşleri, büyükanneleri ve bir sahibi yoksa teyze ve halaları bu kapsamdadır. Kazanılan sahipliğin başat örneği ise erkeğin karısıdır, ardından belli bir yaşa kadar erkek çocukları ve evlenene kadar kız çocukları gelir. Bir erkekle evlenen kadın aslında onun malı olacağı bir sahiplik sözleşmesine imza attığını bilir. Birinin malı olmak sahipsiz kalmaktan iyi olacak ki birçok kadın evlenmiştir fakat burada tabii ki toplumsal normları da yadsımamak gerekiyor. Bir erkeğin himayesi altındaki her kadın, alttan alta erkeğini yönetmeye ve yönlendirmeye çalışır. Bu hem kadının hanedeki güç istencinden kaynaklanır hem de diğer kadınlara karşı daha güçlü ve ayrıcalıklı konuma gelebilme arzusundan kaynaklanır. Yani erkeğini yönetebilen kadın aslında çevresindeki diğer kadınlardan da erkeğinden de daha güçlüdür. Kaynana gelin ve gelin görümce çatışmalarının esas sebebi de budur. Birey olarak yetişmemiş ve yaşayamamış kaynana ve gelini arasında, hangimiz erkeğin esas uzantısıyız çatışması başlar. Daha baskın gelen esas mal ve uzantı olacağından diğerine ve diğerlerine üstünlük kurmuş olur. Bu paradigmaya yetişmiş kadınların kesinlikle birey değil mal olduklarını çokça vurguladım. Burada erkek de tam anlamıyla birey değildir. Ona atfedilmiş güç de onu araçsallaştırıp fetişize etmiştir. Erkek, toplum normlarının izin verdiği kadar özgür olabilir, bu imkanlar kadına göre çok daha fazladır fakat yine de sıradan bir erkeğin birey olmasına da yetmez. Toplumun normları genellikle el alem ne der kaygısı üzerine kurulup aile şerefi ile nesilleri sürdürebilme amaçlıdır. Bir erkeğin, erkek kardeşi vefat ederse dul kalmış karısıyla evlenmesi yaygın bir durumdur. Sahibini kaybeden kadın, kaybettiği sahibinin en yakınının malı olur. Sahipsiz kadın başka biriyle evleneceğine kaynıyla evlendirilmesi daha makul bulunmuştur. Bunda da hiçbir iğrençlik bulunmaz, malımızı başkası kapıp itibarımıza zeval geleceğine yine bizim malımız olmaya devam etsin anlayışı hakimdir. Çünkü kadın, erkeğin uzantısı olarak görülür.
Eğer meseleyi cinsellik yönünden ele almak gerekirse, fiziksel olarak güçlü olan erkek burada da egemendir. Cinsellik ve cinsel organlar dönemine göre merak edilen, kutsanan, tapınılan, tabulaşan ve serbestleşen unsurlar olmuştur. Erkeğin egemen olduğu toplumlarda ise cinselliğe erkekçe bakmak esas olmuştur. Penis bir mızrağa, vajina bir oyuğa benzer. Penis bir kılıca, vajina kılıcın kınına benzer. Zaten bu tarz objeleri çağrıştırmış ve bu minvalde simgeleşmişlerdir. Penisin vajinaya girmesi, kadın bakire ise çoğunlukla kanatması, yer yer canını acıtması da bir saldırı yahut şiddet eylemini çağrıştırır. Fiziksel olarak da, toplumsal roller olarak da, cinsel organların çağrışımları olarak da, cinsel ilişkinin genel yapılış biçimi olarak da erkek, kadına göre egemen ve hakimiyet sahibi konumdadır. Toplumsal roller ile cinselliğin icrası da birbirini bu yönde perçinlemiştir. Cinsellik erkeğin tensel hazlarına hizmet ediyor gibi dursa da aynı zamanda güç istencini ve hakimiyet duygularına da hizmet eder. Hakimiyetin ve rollerin dorukta olduğu cinsellik sırf bu yüzden bile toplum açısından çok ilgi çekici ve önemli bir konumdadır. Erkeklerin birçok zayıf karnı ve mücadelesi de penislerinden ve cinsel performansından kaynaklanır, en azından beslenir. Toplum düzeninin nihai amacı, en önemli gayesi ve icrasına bakıldığında özünü oluşturan cinselliğin tabulaşması gayet beklendik bir hususken eşcinselliğin tabulaşması ve karşı çıkılan bir durum olması kaçınılmazdı. Eşcinsellik başta toplumsal rollere uymayan bir durumdu dolayısıyla toplum düzenini tehdit ediyordu. İkincisi erkek görünümünde kadın rolünde bir insan normlara uymadığından, belirsizliği temsil ettiğinden ürpertiye ve tiksinmeye yol açarak yadırganıp ötekileştirmeye neden oluyordu. Bir erkeğin, başka bir erkek tarafından becerilmesi onun için utanç verici bir durumdu çünkü doğasıyla, biçilen rolüyle ve en önemli amacıyla muazzam çelişiyordu. Bir erkeğin cinsel yaşamında bunları benimsemesi nispeten tolere edilebilir bir durumdu çünkü cinsellik mahrem olduğundan kapalı kapılar arkasında vuku buluyordu asıl önemli olan kadın gibi davranmamasıydı. Burada lezbiyenliğe çok değinmedim çünkü ortada bir tenasül uzuv yokken kim takar eşcinselliği, tabii toplum lezbiyenliği de hoş karşılamazken asıl katlanılamaz olan gey ilişki ve efeminelikti. Eşcinsellik genellikle geyleri kasteder, gey kavramı da genellikle pasif rolü kasteder. Gey ilişkide aktif rol de toplumca hoş karşılanmasa da tolere edilemez de değildi. Çünkü aktif geylerin toplumsal rolüne, toplumun ona yüklediği ödeve nispeten halel gelmeyeceği için toplum düzenini çok da tehdit etmezlerdi. Erkeklerin olduğu sosyal bir ortamda birisi bir travesti veya transseksüel ile girdiği ilişkiyi anlatmaktan çok da çekinmez, diğerleri de olağandışı muzip bir anı olarak ele alıp gülerler biraz da yadırgarlar veya yadırgıyor gibi yaparlar. Bugün dahi geyler birçok toplumda yadırganırken transseksüeller o kadar yadırganmaz. Transseksüellerin daha çok toplumdan dışlanmasına karşın en azından bir cinsel yönelimi seçip rolleri belirli olmasından dolayı geylere göre daha gülünç ve sempatik bulunabilir. Eşcinseller toplum baskısı ve dayatmalarının bir reaksiyonu olarak diğer insanlara kıyasla uçlarda olmaya çok daha meyillilerdir. Birçoğu zaten cinsel yönelimi ile ön plana çıkıp topluma bir haykırıda bulunurlar, bu anlaşılabilir bir olgudur. Bazıları olduğundan çok daha yöneliminin sivri özellikleriyle, cazgırlıklarıyla ön plana çıkarken bazıları da olduklarından daha muhafazakar bir durumda ön plana çıkarlar. İlki bir başkaldırıyken ikincisi bir kabullenme isteğinin tezahürüdür. Toplum iki imajı da kabul etmiyor gibi görünse de aslında kabul eder. Asıl sorun olan eşcinsel kimliği ile ön plana çıkmayan eşcinsellerdir ki bu grubu muhtemelen eşcinsel camia da sevmiyordur diye düşünüyorum. Kendi kimliği ile barışık olduğu için ne sivrilmeye ne tribünlere oynamayan, işinde gücünde, kendine güvenen ve kendini birçok yönüyle geliştirmiş eşcinsel profili toplum tarafından, diğer eşcinsel profillere nazaran daha makul gibi lanse edilse de, asıl rahatsız edici gruptur. Çünkü bu grup kendisine biçilmiş gömleği reddeder, gülünç duruma düşmez, kendiyle gerçekten barışıktır ve örnek bir insan profili çizdiğinden kesinlikle bir kalıba sokulamaz ki bu da toplumların en büyük korkusu olan belirsizliği doğurduğu için katlanılamaz mahiyettedir. Çünkü toplum, sindirerek veya azdırarak şekillendirdiği ve bir kalıba oturttuğu herkesi bir ölçüde kabul eder, belki de sahiplenir.
İnsan tarih boyunca gücü arzulamış, insanlar da gücün etrafında toplanarak bir düzenin oluşmasına sebep olmuşlardır. İnsanın içinde güç arzusu olduğu sürece hiyerarşik düzenler hep var olacaktır. Düzenin özünü oluşturan güç tanımına sahip olamayacağını bilen insanlar, genellikle düzenin kendilerine dayattıkları rolü sorun etmeden kabul ederler. İnsanoğlunun güç arzusu kadar dışlanma korkusu da en derin ve güçlü kodlarındandır. Üstelik bugün düzenin güçlü bir aktörü olmayan yarın belki güçlü bir aktörü olabilir, kendini buna inandırabilir fakat insan bir kez dışlandı mı çevre değişikliği haricinde bunun geri dönüşü çok zor olmakla birlikte katılacağı yeni çevrede zaten bir yabancı olacağından dolayı kendini kabul ettirip vasat bir role sahip olabilmesi ve bunu topluma kabul ettirebilmesi de oldukça zordur. Sistemler değişebilir, yöntemler değişebilir dolayısıyla yaşantılar da değişebilir. Sistemlerin değişmesi demek sistemlerin dayanağının değiştiği anlamına gelmez. Düzenler hep güç odaklıdır sistemler de bu düzlemde inşa edilir. Zamanın ruhuna göre güç tanımı değişebilir, güç atfedilen olgular da değişir fakat sistematiğin temelini oluşturan düzenlerin özü hep güce dayanır. İkili ilişkilerde de, toplumlarda da, şirketlerde de, ülkelerde de güç kendini belli eder, insanlar kolaylıkla gücü sezer. Gücü sezmek insanın en temel reflekslerindenken güce göre konumlanmak en temel güdülerindendir. Kapitalizmin kabaca sermaye ve üretim araçlarına sahip bir grup insanın kar maksimizasyonu amacı ile diğer insanları tahakküm altına almalarına dayanan bir sistem olduğu söylenebilir. Kapitalizmin putu paradır, para da her put gibi bir araçtır. Asıl amaç her sistemde olduğu gibi güce ulaşmaktır. Güç üzerine inşa edilen bu sistemin eşitsizliklerinden ve çıkmazlarından doğan ön kabulleri de düzeni inşa etmektedir. Yani kapitalizmi insanlık tarihindeki diğer sistemlerden bağımsız değerlendirmek manasız olacaktır, müstakil olarak değerlendirmekse diğer sistemlerin bir uzantısı olarak değerlendirmek daha isabetli olacaktır. Zamanın ruhu ile ortaya çıkıp kendi sistematiği çerçevesinde mükemmele yakınsayan kapitalist düzende, bir eşikten sonra daha önceleri düzenin yadsınan dezavantajlı aktörlerinin, ilk olarak kendilerini sistemin kolonlarından biri yapacak role sahip olmaları ve bunun getirisi olarak da düzen içerisinde bir söz hakkına sahip olmaları kaçınılmaz olacaktı.
Kadınlar bir işte çalışıp kendi paralarını kazanarak ekonomik özgürlüklerini kazanmışlar ve kapitalist sistem sayesinde mal olmaktan çıkıp birey olabilmişlerdir. Kapitalist sistemde insanların kazandıkları benlik ve birey olma özellikleri sistemin kendisi tarafından çerçevelenmiş yavan bir benliktir. Kapitalizm düzenini eleştirmek şüphesiz ki eleştirilerin en kolay ve konforlusu olmakla birlikte kapitalist düzenin de hakkını vermek gerekir. Birçok açıdan ele alabileceğimiz kapitalizm düzenini ben burada benlik bağlamında ele irdelemeye çalışıyorum, evet kapitalizm düzeni insanlara kuru bir benlik kazandırsa da en azından bir benlik kazanmalarına izin veriyor, kapitalizmden önceki düzenlerde benlik inşası, hak ve özgürlükler daha mı iyiydi? Bu, kapitalizmle alakalı olduğu kadar zamanın ruhu ile de alakalı bir husustur. Düzenler zaten zamanın ruhunu yakalayabildikleri için veya zamanın ruhuna göre esneyebildikleri için düzen olarak kalırlar, ne yazık ki kapitalizm epey esnek bir düzendir. Kırsal yapısı gereği muhafazakardır. Herkesin birbirini nesillerce tanıdığı yerlerde oranın töresine bağlı kalmamak veya bağlıymış gibi durmamak düşünülemez. Kapitalist sistemde sanayi sektörü gelişip fabrikalar önem kazanınca insanlar şehre göçüp orada istihdam oluyordu. Köylere nazaran koskoca şehirlerde kimse birbirini tanımadığı için zamanla töreler unutulur oldu, tabular ortadan kalktı. Tabii ki ilk başlarda şehre yeni göçen köylüler şehrin belli yerlerinde gettolaştı ve belki de törelerine de daha da sıkı bağlandı fakat bu doğal refleks elbette ki baki kalamazdı. Yani şehirlerde insanlar farklı kültürlere rastlayarak töre bağlamında mutlak bir doğru olmadığını zamanla anlıyorlar. Kalabalıklarda kaybolup yadırganmayacak kadar yabancı oluyorlar. Köklerinden kopup yabancılaşarak bireyselleşiyorlar. Ekonomik özgürlüğünü eline alanlar kimseye muhtaç olmadıklarından mal olmaktan çıkıp zamanla birey oluyorlar. Yani şehirleşmenin öyküsü ve getirileri aşağı yukarı bu minvaldedir. Kadınların birey olabilmeleri yalnızca ekonomik özgürlüklerini kazanmalarına bağlı değildir aynı zamanda otorite ile kurulacak ilişkiye de bağlıdır.
Eskiden insanlara otorite figürleri hep yakındı ve otoriteden kaçmak imkansızdı. Bir dizi otorite figürü arasında keskin bir hiyerarşiye dayanan oldukça katı bir düzen vardı. Genç ve bekar bir kıza göre ele alırsak ablaları, annesi, abileri, amca ve dayıları, dedesi, babası, köyün ağası ve bunları barındırıp her zaman kendini hissettiren törelerden oluşan düzen, otorite figürleriydi. Otorite figürleri her yerdeydi, kimse olmadığı anlarda bile insanların zihnindeydi. Kapitalist sistemin modern zamanlarındaysa gözle görülür ve temas edilebilecek bu kadar otorite figürü yoktu ve otorite figürleri de opsiyoneldi. En büyük otorite figürü veya güç nesnesi paraydı. Para ise bir yerde çalışarak elde edilebilirdi, iş imkanın geniş olduğu yerde ise kağıt üzerinde insanlar hiçbir patrona boyun eğmek zorunda değildi, istedikleri işe girebilirlerdi. Yani en büyük otorite patrondu o da mesai saatleri ile kısıtlıydı. Kapitalist sistem insanları paydosla birlikte kendi üzerlerindeki tek otoritenin yine kendileri olduğuna inandırmakla kalmayıp mesai saatleri içerisinde de istedikleri otorite figürlerini seçebileceklerinden dolayı otorite figürünü tayin hakkına sahip olduklarına inandırdı, çok da yanlış bir inanış değildi. Modern dünya bunun bir benzerini de demokrasi rejimiyle gerçekleştirdi. İnsanlar bir şeyleri oylayarak kendileri ve toplumları üzerinde karar verme yetkisine sahip, kerameti kendinden menkul birer otorite figürü olarak kendilerini algıladı. Otorite figürleri nicelik olarak güç kaybetse de nitelik olarak hiç olmadıkları kadar kuvvetli hale gelmişlerdi de gelmesine, insanlar otorite figürlerine dokunamadıkça, onlara ulaşamadıkça bu durumu umursamıyor ve adeta onları yok sayıyorlardı, gerçi bu otorite figürlerinin de işine geliyordu. İnsanlar, otorite figürleri azalıyor ve otorite figürlerini kendi seçebiliyorlar diye muazzam bir özgüvene ulaştılar ve bireyselleşme yolundaki en büyük adımlardan biri de bu oldu.
Kadınların özgürleşebilme sürecinde ekonomik özgürlükler kadar internet de etkili olmuştur. Şehirlileşme sürecine geç girmiş toplumlar internet ve internetin uzantıları ile tanışınca bu bireyselleşme sürecini sağlıklı yürütememişlerdir. Çünkü şehirlileşme en nihayetinde bireyselliği getiren bir süreç olmakla birlikte oldukça uzun ve sancılı bir süreçtir. Batı toplumları şehirlileşme sürecine yaklaşık yüz sene önce girerken bu Batılı olmayan toplumlarda çok daha yakın bir sürece isabet etmektedir. Şehirlileşmeyle bireyselleşen Batılılarda internetin olumsuz etkileri Doğululara göre çok daha azdır. Ülkemiz hemen hemen her konuda arada kalmış bir konumdadır ve bu meselede de aynı durumdan muzdarip durumdayız. Zamanında şehirlileşemediğimizden dolayı doğru düzgün bireyselleşemedik, internet ve uzantıları ile özgürleşebildik. Yani adamakıllı bireyselleşemeden özgürleşince bunun etkileri pek de hoş olmadı fakat yakın gelecekte birçok şeyin rayına oturacağı kanısındayım. İnsanlar mahalli bagajlarını üstünden atamadan özgürlüğüne kavuştu ve globalleşen dünyada sürekli biz ve öteki anlayışına sarıldı, ifrat ve tefrit arasında savruldu, dünyayı siyah ya da beyaz olarak algıladı. İnsanlar özgürdü de birey değillerdi, yapılan eylemler genellikle bir düşünceye, zihniyete, gruba reaksiyon veya nispet mahiyetinde oldu. Böylelikle sosyal klikler arasında geçirgenliği arttıracağı düşünülen sosyal medya, insanları yaşam tarzı babında belki birbirine yaklaştırsa da zıt grupların birbirlerine olan konumlarını daha da keskinleştirmiş bile olabilir. Bunda internetin değil bizlerin suçu var. Henüz birey olamamış insanlar kazandıkları özgürlükleri uçlarda kullanarak dünyaya bir haykırışta bulundular çünkü onlara göre özgürlük şekil ve şemaldeydi. Bu haykırışın en spesifik örneklerinden biri, marjinalliğin giyim kuşama indirgenmesi oldu ki bu kapitalizmin kendi içindeki en büyük marifetlerinden biri olmakla birlikte oldukça uzun bir konudur. Beni hiç alakadar etmiyor ve kimseye karışma hakkını da kendimde bulmuyorum diyerek kadınların giyim tarzındaki değişime değinmek istiyorum.
Şehirlileşme sürecini sağlıklı tamamlayamayıp birey olamamış kadınlar özgürlüklerini elde edince kendilerini ispatlayabilmek adına bu kazanımlarını giyim kuşamlarıyla gösterme yoluna girdiler. Kendileri üzerindeki otoritenin reddini eskisine kıyasla çok daha cesur kıyafetleriyle haykırdılar. Kadınların eskisine kıyasla daha cesur giysileri seçmesi çağdaşlığın doğrudan bir tezahürü olmasa da bunları özgür iradeleriyle seçebiliyor olmaları çağdaşlığın göstergesidir. Toplum baskısına başkaldırmak özgürlüğü, toplum baskısına maruz kalmamak ise bireyselliği doğurur. Bunların toplamı da medeniyettir. Fakat birçok kadın bu uğurda isteyerek veya istemeyerek metalaşmıştır. Eskiden kadınlar kendi iradeleri dışında mal olarak görülürken zamanla kendi iradeleriyle metalaşmayı yani mal olmayı tercih etmişlerdir. Fakat modern zamanlarda kadınların fiziki yönden metalaşması, erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümünü getirmiyor. Erkekler nasıl yıllarca egemen konumda olduysa şimdi de kadınların bir egemenlik mücadelesinde olduğu anlamına geliyor. Kadınların ekonomik özgürlüğü olduğu için partner seçiminde eskisine kıyasla oldukça rahat durumdalar. Hiçbir erkeğe muhtaç olmadıkların dolayı kadınların kriterleri hem artarak hem de yükselerek girift bir hale geliyor. Bir kadına olan talep de arttığı için kadınlar haliyle adaylar arasında kendilerine göre en iyi olanı seçiyor bu durumu da kapitalist sistem çok iyi manipüle edip kendine yontuyor. İnsanlarsa partner bulabilmek adına sürekli 'mış gibi' yapıyor, kendilerini pazarlıyor. Bu yüzden ortaya muazzam ölçüde bir tüketim çılgınlığı çıkıyor. İnsanlar elde ettikleri sonuçla mutlu olmasalar dahi mutlu gibi davranmak zorunda hissediyor. Birbirini tam olarak tanıyamayan çiftler, sürekli rekabet halinde olan insanlar ve ilişki bağımlısı insanlar türüyor.
Kadınların da birey olduğu ve hatta önünde birçok partner seçeneğinin olduğu kapitalist sistemin çeşitli arzularla beslediği bu yeni statükoya bazı erkekler alışamadı. Eskiden erkekler illaki evleniyor veya evlendiriliyordu çünkü kadınlar adeta serbest piyasanın bir emtiası gibi alınıp satılıyordu. Artık kadınlar kendileri üzerinde böylesine önemli kararları kendileri almakla kalmıyor kriterleri de kendileri oluşturuyor ve bu kriterler kendilerine gösterilen rağbet doğrultusunda gitgide yükseliyor. İşte tam olarak bu statükoya uyum sağlayamayan erkekler kendilerini sistemin göz ardı ettiği kimseler olarak hissediyor. Sosyal medyanın bu denli önemli bir etken olduğu çağımızda güç kavramı yalnızca para anlamına gelmiyor. Sosyal çevre, giyim tarzı, fiziksel özellikler, sosyal medyadaki takipçi sayısı ve özgüven gibi unsurlar da bireyin toplum nazarındaki gücünü temsil ediyor zira buna kapitalist sistem de izin vermekle kalmıyor, teşvik de ediyor. Bu teşvikin nedeni ise mevzubahis şeylere ulaşabilmek için sürekli bir tüketim çabası içinde olmak gerekiyor, bu tüketimler de insanları sisteme göbeğinden bağlayarak sistemin güçlenmesini sağlıyor. Tüm bu paradigmaları yerine getiremeyen insanlarsa ilişkilerde başarılı olamıyor, belki herhangi bir teşebbüse girecek medeni cesareti bile bulamıyorlar. Bunun neticesinde üstünkörü incelendiğinde kendini geliştirmeyi şiar edinen red pill anlayışı türüyor. Zararsız gibi dursa da hem kişinin kendisi için hem de toplum için zararlı durumlara gebe olması ise neredeyse kaçınılmazdır. En başta kadınları tıpkı en başlardaki gibi metalaştırıp onları elde etmeyi amaçlar. Kadınları sadece fiziksel özelliklerinden ibaret görüp onları kişinin hazları bağlamında araçsallaştırır. Sadece kadınları da değil bu yolu benimsemiş her bir erkeği de araçsallaştırır, metalaştırır. Birçok yönde tıpkı bir makine gibi durmaksızın kendini geliştirme çabası, masumane bir gayret gibi dursa da asıl amaç erkeklerle girişilen rekabette daha üst basamaklara çıkıp cinsel bir obje olarak görülen kadınları elde etme niyetidir. Yani kişi kendisini, satın alınabilecek bir objeymişçesine allayıp pullayıp karşı cinse satmaya çalışır. Bazı erkeklerse hiç kendini geliştirme gereği duymaksızın yalın bir medeni cesaretin verdiği özgüvenle kadınları elde etmeye çalışıyor, bu kimi zaman işe yarıyor kimi zaman yaramıyor. Hatta işi ileri boyutlara taşıyıp kabalık düzeyinde bir özgüvenle bu işleri yürütüyorlar ve gayet tabii bunun nedenleri arasında da kapitalizm yer alıyor. Tüm bunlara şahit olan bazı erkekler gerek kadınların artık birey olmasından gerek kadınların kriterlerinin yükselmesinden gerek bu yeni statükoya ayak uyduramamalarından gerekse de yetersiz addettikleri erkeklerin kadınlara ulaşabilmesinden dolayı kadın düşmanlığına soyunuyorlar.
Modern zamanlarda kadın düşmanlığı ve gençleri ahlaken suçlama eğilimleri önemli konulardan biridir. Yeni nesilleri beğenmeme davranışı Sümerlerde dahi bulunan bir davranış olduğundan dolayı bu meseleyi büyük bir çerçevede değil daha niş bir alanda incelemek istiyorum. İlki genç erkeklerden bazıları, ikincisi ise yaşlı kadınlardan bazılarıdır. Aslında ikisinin de meseleye yaklaşımlarının benzer olmasının temel sebebi bellidir. Sebep ise kendi haklarının yeterince verilmediği düşüncesidir. Yukarıdaki paragrafta bazı genç erkeklerin neden bu eğilimde olduğundan bahsetmiştim. O yüzden yaşlı kadınlara değineceğim. Bugünün yaşlı kadınları gençlik yıllarında, kendilerinin özgürlükleri ve söz haklarının son derece kısıtlı olduğu bir dönemde yaşarlarken günümüzde kadınların ekonomik özgürlüğünden tutun da giyim kuşamlarına kadar birçok konuda özgür olup istediği kararları hiçbir görünür otoriteden çekinmeksizin aldıkları aşikardır. Yani bugünün genç kadınları ile yıllar öncesinin genç kadınları arasında birçok konuda uçurum var. Zamanın genç kadınları ne yapmak isterlerse istesinler mutlaka sarsılmaz bir otoriteye rastlıyorlar ve birçok isteklerini yapmayı bırakın akıllarından bile geçiremiyorlardı. Bu yüzden yaşlı kadınlar için günümüzün genç kızlarının sınırsız özgürlük alanları vardır. Yaşlı kadınlardan bazıları genç kadınların bu özgürlük alanını ahlaki yönden eleştiriyorlar çünkü kendileri o ahlaki paradigmanın düzeni altında yaşamaya mahkumlardı ve bu düzene hiç mi hiç alışık değiller. Fakat en azından bu çağın normalinin de bu olduğunu, çağın normalinden bambaşka bir yaşam tarzını benimseyen bir genç kadının diğer genç kadınlarca yadırganacağını düşünemiyorlar mı, belki düşünemiyorlar fakat düşünüp de kabul etmek istemiyorlar da. Baskıcı statükonun altında yaşamış genç kadınlar, bugünün genç kadınlarının imkanlarını kıskanıyorlar çünkü kendileri o imkanlara sahip olamadı, bazı şeyleri yapmayı akıllarından dahi geçiremediler. Burada toplumsal bir uzlaşı için tarafların birbiriyle empati yapmaları gerekiyor. Bir düzenin baskılanan ve göz ardı edilen aktörleri yeni bir düzende kendi ait oldukları grubun eskisine göre çok daha karlı ve özgür olmalarına karşı eski düzenin en büyük savunucularından olurlar. Bu - bir sosyolojik olgu olarak - ev zencisi kavramıyla da benzeşiyor.
Son zamanda sosyal medyada kullanılan bir tabir var: prenses erkekler. Bu alelade bir sosyal medya jargonu olmanın ötesinde, gücünü gündelik hayatın gözleminden alıp her yere sirayet eden bir kavramdır. Modern zamanlarda erkeklerin, kapitalizm eliyle pasifize edilmiş oldukları doğrudur. Günümüzün erkekleri toplumsal cinsiyet rollerini aşmışlardır. Ne büyük bir rastlantı ki binlerce yıldır kendilerine biçilen toplumsa cinsiyet rolleri ile mücadele eden kadınlar son derece cinsiyetçi bir biçimde erkeklere bir gömlek giydirmek istiyorlar. Bu prenses erkek yakıştırması erkekleri de kadınları da aşağılayan iğrenç bir kavramdır. Otomatik vitesli araç kullanan, futbolu takip etmeyen, kavga etmeyen erkekler efemine bulunup prenses erkek kavramıyla yaftalanıyorlar. Bu yakıştırmayı sadece kadınlar erkeklere değil, erkekler de başka erkeklere yapıyorlar. Bu kavramla beraber bazı kadınlar amaçlarını çok açık bir biçimde belli etmektedirler. Erkek güçlü olmalı ve bu gücünü de kadını için kullanmalı anlayışı barizdir. Yani toplumsal cinsiyet rolleri devam etmesine etsin de bu statüko yalnızca kadınlara hizmet etsin anlayışı hakimdir. Kadınlar erkekleri 'yeteri kadar erkek' olmadıkları için değil, yeteri kadar erkek olmayıp kadınlarına istenen düzeyde hizmet edecek araç olmadıkları için suçluyorlar. Yani statüko kimden yana ise toplumsal cinsiyet rollerini karşı tarafın sırtına yükleyip çıkarlarını maksimize etmeye çalışıyor. Bazı kadınların bu davranış biçimi, feminizmin onlarca yıldır üstlendiği kadınların eşit birer birey olma mücadelesine bir ihanettir.
Kadınların mal sayılıp bazen cinsel birer obje olması yolunda bazen de töre kisvesi altında sırtına yüklenen toplumsal cinsiyet rolleri ile mücadele eden feminizme bir diğer ihanet de, bazı kadınların centilmenlik kisvesi altında kendilerini cinsel bir obje olarak görüp onları bu uğurda araçsallaştırarak istediklerini alma yolunda her türlü zarafetin takiyesini sürdüren erkeklere karşı son derece hoşgörülü tavırlarıdır. Tabii ki insanlar arasında flörtleşme de karşılıklı jestler de olacaktır. Fakat kapitalizmin yarattığı centilmenler, toplum tarafından her ne kadar iyi çocuklar olarak addedilse de bu 'romantik serseriler' de bundan nesiller önceki ataları gibi kadınları araçsallaştırmıyor mu? Kadınlar da erkekler kadar bireydir. Bu sebeple kadınlar türlü oyunlarla erkekler tarafından tavlanacak, elde edilecek, düşürülecek varlıklar olmamalılardır. Feministler kadınlar çiçektir diyenlere karşı kadın kadınır, çiçek babandır diyorlar ya son derece haklılar. Kadınlar hiçbir erkeğin övgüsüne muhtaç değildir, olmamalılardır da. Bir domuzu bir yerden bir yere sürmek için gösterilen havuç gibi kadınlara yapılan yılışık övgülerin altında tıpkı domuzu sürmek gibi bir amaç vardır. Kadınlar ne kadar övgülere mazharsa erkekler de o kadar övgülere mazhardır. Erkeklerin kadınlara jestler yapmaları ne kadar güzelse kadınların da erkeklere jestler yapmaları o kadar güzeldir. Kadınlar yapıları gereği erkeklerden düşük ve dezavantajlılar mı ki haddinden fazla haklarının teslim edilmesi amacı hissediliyor. Tüm bu centilmenlik oyunları erkeklerin kadınları araçsallaştırıp onlardan istediklerini elde etmeleri için maalesef karşılıklı oynanan bir danstır ve ne acı ki bazı kadınlar bu jestlerle tatmin olup kendilerinin araçsallaştırılıp en temelinde aşağılanmasına alet oluyorlar. Bugün politik doğruculuk kapsamında bu dünya için değer üreten insanlar arasında erkekler kadar kadınlara da yer verilmesi de aşağı yukarı aynı iki yüzlülüğün ürünüdür. Bilim insanları için bir afiş hazırlandığında on bilim insanının beşi erkek beşi kadın yapılıyor ki bunun benzerleri edebiyat, felsefe vb. alanlar için de geçerli. Beş erkek bilim insanına yer vermek demek belki Maxvell'e, Hawking'e, Planck'a yer vermemek anlamına gelir oysaki Marie Curie haricinde bu adamlarla bilim anlamında aşık atabilecek bir kadın yoktur. Eşitlik kapsamında bir şeyleri hak etmeyen kadınlara bu yeri vermek onları zavallılaştırmaktan başka bir şey değildir. Kadınlar dezavantajlı, gerizekalı veya eksik varlıklar mı ki hak etmedikleri yerler onlara tahsis edilliyor, bu davranış tam olarak bu sebeplerle alakalıdır. Geçmişte kadınlar özgür olmadığı için bu alanlar ile ilgilenemediler ki bu kısıtlamalar çok yanlıştı, şimdi hak etmedikleri yerlere sırf kadın olduklarından dolayı onları getirerek onları onore mi etmiş oluruz yoksa onlara hakaret mi etmiş oluruz? Bu kadınlara 'Bakın siz de eksik değilsiniz ha' demekten başka bir şey değildir. Biz kim oluyoruz ki bunları kadınlara diyebiliyoruz veya ima edebiliyoruz. Kadınlar başka alanlarla daha fazla ilgili olabilirler, olmayabilirler de. Bu tamamen onların inisiyatifine kalmış bir durumdur.
Son bir paragraf daha. İnsanlar sahiplik sözleşmesinden çıkmasına çıktı da yine bazı sahiplerin tahakkümü altında kaldılar. Ve bu sefer bile isteye kaldılar. İşte bu kapitalizmin en büyük marifetlerindendir. Bu sefer insanların sahibi hamburger markalarından biri, pizza markalarından biri, ayakkabı markalarından biri, soğuk içecek markalarından biri, araba markalarından biri oldu. İnsanlar kimliklerini bu markaların destekçiliğiyle inşa etmeye başladı. Oralarda çalışmaktan değil, o markaları aşırı benimsemekten bahsediyorum. Sosyal medya platformları sahibimiz oldu. Orada moda olan bazı akımlar sahibimiz oldu. Kendimizi ispat etmek ve ben varım, buradayım diye haykırmak için giriştiğimiz rekabetler sahibimiz oldu. İşte bunun adı ispat ve rekabet sözleşmesidir. Bunu da umuyorum ki önümüzdeki günlerde yazacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder