İnsan beyninin veri işleme ve kıyaslama becerisini basit bir örnekle açıklayayım. Ahmet karşısında duran kapıyı açıp bir odaya girdi. Odanın, dışarıya göre sıcaklığını; Odanın tasarımını, eşyaların tarzını ve konumlarını; içeride bulunan insanların fiziksel özelliklerini, jest ve mimiklerini, giyim tarzlarını, ses tonlarını ve birbirlerine karşı tavırlarını çok kısa bir sürede algılayıp tüm bu verilerin ışığında ön yargılara dayanan bir analiz yaptı. Ahmet bu ortamda nasıl davranacağı konusunda, zaten halihazırda zihninin bir köşesinde sürekli taşıdığı benlik şemasıyla- yani kendini nasıl algılıyor ve kabul ediyorsa, kendine dair yargıları nelerse- kıyaslayıp kendine bir kılavuz oluşturur.
Bu kıyaslama mekanizması gerçek tehlike kaynakları ve risklere karşı hayatta kalmamızı sağlamaktadır. Bu gerçek tehlikeler; hava durumuna karşı giyeceğimiz kıyafetler, sarp geçitlerde atacağımız adımlar, savaş halinde çeşitli hamleler, avlanırken bir hedefe ne şiddetle güç kullanacağımız, bir yol ayrımında hangi yolu seçmemiz gibi daha somut şeylerdir.
Fakat modern dünyada kıyaslama mekanizması somut olgulardan ziyade soyut olgular düzleminde insanların hayatını şekillendirmektedir. İnsanlar bazen içinden geldiği gibi bazen de olmak istedikleri kişi gibi davranırlar. İçinden geldiği gibi davranmak kaçınılmazdır. Olmak istenilen kişi gibi davranmak ise diğer insanlardan nasıl muamele görmek istenmesine göre değişmektedir. Kimileri daha baskın algılanıp söz sahibi olmak isterken kimileri belirli özellikler ile ön plana çıkıp öyle algılanarak bir sosyal kimlik inşasının peşine düşerler. Yani insanlar zaten kendi kişiliklerinde bulunan özellikleri parlatıp abartarak daha da ön plana çıkarma yoluyla istedikleri doğrultuda bir insan olarak kabul edilmenin devamlı arzusu ve çabasıyla yaşarlar.
Bu doğrultuda insanlar, bazen kendi kendilerinin karikatürü durumuna düşebilirler. Öncesinde, bir sosyal kimlik inşa edip insanlara kendini kabul ettirme hevesiyle çıktıkları bu yolda, kazandıkları sosyal kimlik ile çelişip diğer insanlar tarafından yadırganmamak için oluşturdukları sosyal kimliklerini mecburen muhafaza etme durumunda olabilirler. Yani birçok insan bazen sırf yadırganmamak için 'kendisini' taklit etmektedir. Bir ömür boyu oluşturulan bu sosyal kimlik ile çelişen davranışlar diğer insanlarca hemen algılanır ve yeni ön yargılara sebep olur. İnsanlar oluşturduğu sosyal kimlikler ile, diğerlerine bilinçli olarak seçtiği kendine yönelik yargıları dayatırlar. Yepyeni ve kestiremediği ön yargılardan kaçınmak için bir ömür boyu oluşturduğu sosyal kimlik spektrumundan sapmamaya gayret ederler.
İnsanoğlu diğerleriyle kuracağı ilişkileri genellikle onlara göre şekillendirir. Diğer insanların giysilerini, konuşma tarzlarını, maddi durumlarını, yaşlarını, eğitim durumlarını, bilgi düzeylerini, öz güvenlerini, öz saygılarını, davranışlarını vb. etkenleri hızlıca değerlendirir. Ardından bunca etkenin davranışlara yansımasını analiz eder. Karşısındakilerin davranışlarının samimiyeti, ölçüsü ve temel motivasyonu konusunda, doğru ya da yanlış, hüküm verir. Son olarak kendisiyle kıyaslayarak kendisine bir yol haritası çizer.
Başka ortamlara yönelik bambaşka yol haritalarına persona diyebiliriz. İnsanoğlunun sosyal kimliği esnektir. Sosyal yaşam ve modern dünyanın dinamikleri bunu zorunlu kılmıştır. Medeniyet ancak bu esnekliğin dayanıklı ve uzlaşmacı zemini üzerinde var olabilir. Fakat bu sosyal kimlikler insana zarar da verebilir. İnşa edilen sosyal kimlik kişinin özünden ne kadar uzak olursa, insan o kadar kendine yabancılaşır. Hayatı kendi için değil başkaları için yaşamaya başlar. Bu başkaları da modern dünyada birçok farklı sosyal grup ve ortamlar dahilinde olabileceğinden dolayı, kişi girdiği her ortamda başka bir 'kendisini' oynamak zorunda kalır. Bu da kimlik karmaşası ve kişinin sersemleşmesine yol açabilir. Ayrıca bu kadar fazla ve her biri gerçeğinden bu denli uzak sosyal kimlikler, kişinin farklı sosyal ortamları paylaştığı diğer insanlara karşı güven kaybına sebep olabilir, iki yüzlü ve konulduğu kabın şeklini alan birisi olarak algılanmasına sebep olabilir.
İnsan beyninin en büyük mahareti olan bu kıyaslama mahareti, süreki bir kategorizasyon ile sonuçlanmıştır. Bu aslında bir çeşit savunma mekanizması olup hayatta kalabilmek ve 'doğru' hamleler yapabilmek adına kolaycı bir güdüdür. İnsan, kendisi için kesin hükümler ortaya koyamazken başkaları için kesin yargılar koymaktan imtina etmez. Yargının kesinliği hakimiyet ile ters orantılıdır. Bu kategorizasyon güdüsünün sonucu olarak sosyal ilişkiler kaotik olmak yerine düzenli bir zemine oturmuş ve adına 'medeniyet' dediğimiz süreç mümkün olmuştur. İnsanoğlu diğerlerini eğitim, tavır, dış görünüş, maddi durum, hitabet vb. tüm durumlarla değerlendirip karşısındakini bir kalıba sokarak ona göre davranmıştır. Tüm bu kalıba sokma süreci aslında yalnızca 'güç tayin etmek' maksatlıdır. İnsanoğlu karşısındakilerin 'gücünü' bilip bu doğrultuda ilişkilerini düzenlemek istemektedir. İnsanoğlu için kendisinden çok daha güçlü biriyle karşı karşıya kalmak, gücünü kestiremediği biriyle temasta bulunmaktan evladır. Tüm bu kategorizasyon süreci, maalesef, statü mevhumunun varoluş sebebi ve statü olgusunun garantörüdür. İnsanoğlu güç olgusunun kıyaslamasına göre ilişkilerini şekillendirir. Güç olgusu zamana ve ortama göre değişmektedir.
İster topluluklar arası olsun ister kişiler bazında olsun her ilişkide bir güçlü - güçsüz ikiliği vardır. Modern dünyada bu, konuşulmadan uzlaşılmış bir sözleşmedir. Hiçbir ilişkide güçler eşit değildir. Güç dengesinin değişmesi her zaman çatışmalara sebep olmuştur. Güç makası ne kadar açıksa ilişki o kadar çatışmasızdır. Güçlü birinin kendisiyle muhatap olması, ilişkide olması bir lütuf olarak algılanır. Birbirine yakın güçlere sahip kişiler veya gruplar sürekli çatışma halindedir. Bu çatışmalar en alçakça olanlarıdır. Bu çatışmaların mantıklı ve uzlaşmacı biçimde yönetilmesi daha insani olduğu gibi daha faydalıdır. Fakat ne var ki insanoğlu, ortada ulaşabileceği bir güç var ise, karşısındakinden üstün olmak uğruna akıl almaz düzeyde acımasız olabilir. Hele bu güç mücadelesi bireysel değil toplumsal boyuttaysa işler daha da rezilleşir. Güce sahip olmak isteyen bir topluluğun, sosyal aidiyet olgusuna bürüyerek yapamayacağı şey yoktur. Üstelik bu güç istenci artık 'ulviyet' kazanmıştır. Bu, kişinin kendisi için değil, ait olduğu grubun çıkarı içindir.
Orta direk olarak nitelendirilen sosyal grup kendi içinde en çatışmalı gruptur. Sürekli statü atlama çabası içindedirler. Kendi sınıflarından tanıdıkları biri statü atlamaya çalışırsa, bu duruma çok derin bir nefret duyarlar. Fakat statü atlama faaliyeti 'gerçekleşirse' nefret imrenmeye, çatışmalar uzlaşmaya döner ve hayranlık ile sonuçlanır.
Sınıf mücadelesinin çetin olduğu, yozlaşmış toplumlarda entelektüel birikim küçümsenirken zenginlik kutsanır. Çünkü sınıf mücadelesinin özü güçtür. Günümüzde gücün kaynağı ise paradır. Bu mücadelede birçok kişi bir gün, her nasıl olacaksa, zengin olacağını umarlar. Fakat entelektüel birikim veyahut tahsil ancak gerçek bir çaba ile mümkün olabilir, herkes bunun farkındadır. Bu uğurda herhangi bir çaba sarf etmeyenler, zengin olacaklarını umduklarından entelektüel birikimi beyhude bir süreç olarak nitelendirirler. Ve itiraf edemeseler de içten içe zengin olamayacaklarını bildiklerinden kendi kendine oluşturabilecekleri kültürel zenginliğe ulaşamadıkları için bu insanlarıbir savunma mekanizmasıyla küçümserler.
Peki sizce statüsüz bir toplum mümkün müdür?