14 Haziran 2025 Cumartesi

SAHİPLİK SÖZLEŞMESİ: Kadın Erkek ilişkilerinin Toplum Düzeni İnşası

     Açıkçası bu yazıyı yazarken gerek sosyolojiyi gerek kültürel antropolojiyi gerekse de diğer önemli disiplinleri yeteri kadar bilmediğimin farkında olsam dahi bu yazıyı yazma konusunda kendimi tutamadım. Bu yazı belki uzun olacak fakat kadın erkek ilişkilerinin toplum düzenini nasıl inşa ettiğini, cinselliğin önemini ve görevini, modern dünyanın beşeri krizlerinin sebeplerini tutarlı bir zeminde ilişkilendirip açıklayabileceğime inanıyorum. Bu hususta yazacaklarım savunduğum fikirler değil, tespit ettiğim durumlardır ki bunun altını kalınca çizmek isterim. Bunu da belirttiğime göre başlayabilirim.

    İnsan beyninin bir kıyaslama makinesi olduğundan bahsetmiştim. Bu kıyaslama makinesinin en büyük işlevi alınan girdileri kategorize ederek çeşitli şemalarla eşleştirip işlemesidir. Bu işlemler hızlı ve garantici kararlar alabilmeye yaramaktadır. İnsan beyni nasıl sonsuz kavramını tahayyül edemiyorsa eşitlik kavramını da idrak edemez, etse bile kabullenemez. Yani insanın  istemsizce her şeyi kıyaslama refleksi aslında bir güç tayini kurgulayıp mevcut durumda kendine göre optimum pozisyon edinebilme yöneliminden başka bir şey değildir. Güç -ki bu güç kavramının kendisi ortamdan ortama değişebilmekle beraber kesinlikle insanlarca hissedilebilen bir olgudur- eşit dağıtıldığı takdirde kaos çıkar, eşitsizlik olduğu takdirde düzen oluşur. Güç dengesi ne kadar asimetrik ise sistemler o kadar düzenlidir. Yani dengesizlik ilişkilerde dengeyi, denge ise ilişkilerde dengesizliği getirir. İnsanoğlu tarih boyunca genel olarak mutlak güce ulaşmak istemiş, ulaşamadığında ise otoriteye bile isteye boyun eğmiştir. Kendini gücün paydaşlarından biri hissedebilmek adına gerçekliği tartışılır fakat soyutluğu su götürmez bir gerçeklik olan olgulara tutunmuştur. Yani insanoğlu mutlak gücün sahibi olmadığını ve olamayacağını bilse dahi bu gibi olgularla kendini bir 'sessiz güç', 'derin paydaş' olarak addedip avutmuştur.

Kadın erkek ilişkileri de bu bağlamda süregelmiştir. İnsanoğlu var olduğundan yakın zamana kadar fiziksel olarak daha büyük ve güçlü olan erkekler kadınlara karşı baskın konumda olmuşlardır. Fakat erkeklerin bu fiziksel üstünlüğü bütünüyle zorbalık üzerine olsaydı bu uzun vadede erkekler de dahil hiçbir insanın işine gelmezdi. Bu fiziksel üstünlüğe dayanarak bir sistem kurgulamak olabilecek en mantıklı hamle olurdu. Hem bir temele dayanarak hem de gerek ön kabullerle gerekse de sonradan şekillenen yargılarla erkeğin egemenliğini esas alan bir düzen kuruldu. Erkek egemendi fakat toplumun biçilen rollerinin dışında olmayan her ferdini de kapsıyordu. Her insan elinde olmaksızın kendisine biçilmiş rolü ve kendi bireysel meziyetleriyle sistemin eşit olmasa da karlı birer ortağı oluyordu. Temeli düzgün atılmış, net ve güçlü bir sisteme itaat etmek ise kaosa göre kesinlikle evlaydı. Sistem gayet tabii eşitlikçi değil fakat 'maalesef' insanoğlu eşitlikçi bir düzen kuramaz, kursa bile sürdüremez.

Hem toplumdaki hem de ailedeki kadın erkek ilişkileri adeta kadına göre güçlü olan erkeğin egemenliği ve erkeğe göre daha arzulanabilir konumdaki kadının arasında oynanan bir danstı. Kadın maalesef meta konumundaydı, ben yazının bu kısmından sonra meta yerine mal diyeceğim. Kadını değerli bir mal konumuna getiren ise üremeydi. Bu hem soyun devamı anlamına gelirken hem de cinsel ihtiyaçların karşılanması anlamına geliyordu. Bu denli güçlü konumdaki erkekler cinsel ihtiyaçlarını genel ölçüde tecavüz gibi gayrimeşru yollarla değil de neden evlilik veya prototipi gibi meşru yollarla karşılıyorlardı? Çünkü ahlak, kültür, töre, ön kabuller ve düzen herkesin işine geliyordu. Tüm bunlar sayesinde statükonun avantajlı veya dezavantajlı konumundaki aktörü olunsa bile daha uzun yaşayabilmek ve bu sayede neslini sürdürmek gibi ortak bir çıkarın paydaşı olunuyordu. Bu statüko da güçlünün hükmetmesine karşın herkesin yaşayabilmesini vadediyordu. Güç hiyerarşisi elbette ki her yerdedir, iki cinsiyet arasında ise erkeğin egemenliği barizdir. Kadınlar erkeğin malıdır. Kadının kendisi değil ona biçilen rol esastır. Kız alıp verme yolu ile aileler arasında ilişki kurulup iş birliği yapılabilir. Yani bir kadın oğlu için işlerini görecek kutsal bir varlıktır, kızı için kendini mevcut düzene hazırlayacak bir öğretmendir, ailesi için diğer ailelerle ilişki kurabilmek için veyahut bir çıkar elde edebilmek için kullanılacak bir nesnedir, kocası için bütünüyle sahip olduğu bir maldır ki buna uzun uzun değineceğim.

Karı koca arasındaki ilişki adeta bir sahiplik ilişkisidir. Erkek mal olarak gördüğü kadınının mutlak sahibidir. Bir erkeğin bir kadınla evlenebilmesi yolundaki gerek şartı bakireliktir. Çünkü bir kadının mutlak sahibi olabilmek adına bakirelik elzemdir. Sosyal bir hayvan olan insanoğlu el alem ne der kaygısıyla yaşar. Bir erkek karısının kendinden önce başka erkeklerle cinsel ilişkiye girmesini etrafta dolaşacak dedikodular yüzünden istemezdi, bu dedikodular yüzünden karısının mutlak sahibi olmadığı açığa çıkardı. Hiçbir erkek itibarından ödün vermemek için bakire olmayan bir kadınla evlenmezdi. Çünkü bu durum kadının mutlak sahibi olamadığı düşüncesini getirecekti. Erkekler karılarını kendi malı olarak görmekle kalmayıp adeta kendi uzantıları olarak ele alırlar bu da erkeğin karısıyla özdeşleşmesini, bütünleşmesi doğurur. Yani bakire olmayan bir kadınla evlenmek demek erkeğin de namusunu zedelerken bir nevi erkeğin de bakireliğini elinden alırdı. Burada bilhassa erkek için bakire kavramını kullanıyorum, cinsel ilişki yaşamayan erkeklere bakir denirken neyi kast ettiğimi anlamanızı isterim. Bugün bile bakireliğe keskin çizgilerle önem veren erkekler var. Bu erkeklere; dünyada sadece iki insanın kalacağı bir senaryo sunun. Biri kendisi diğeri de kendi ölçütlerince güzel bulacağı bir kadın olsun fakat bu kadın bırakın bakire olmayı zamanında fahişelik yapmış bir kadın olsun. Bir çoğu bu kadınla düşünmeden cinsel ilişkide bulunacaklarını söyler ve yine hatrı sayılır bir kısmı bu kadından çocuk yapacağını dolayısıyla evleneceklerini kabul eder. Yani önemli olan kadının 'temiz' olup olmamasından ziyade toplum nazarında 'temiz' olmasıdır. Birçok karar gibi bu da insanın toplum karşısında düşeceği durumu gözetir. Ortada bir toplum yoksa ahlaktan kime ne ki? Neyse yazıma devam edeyim. Peki bakire olmayan bir kadınla asla evlenmeyen erkekler dul bir kadınla evlenme konusunda nasıl çok daha yumuşak olabiliyordu? Bir kadının ilk sahibi olabilmekten de öte bunun bir sözleşme mahiyetinde merasimle olması önemlidir. Nikah, düğün ve benzeri merasimler meşru bir birlikteliğin ilanından başka bir şey değildir. Önemli olan düzendir, önemli olan statükodur, önemli olan ahlaktır, önemli olan töre ve kültür yani önemli olan toplumsal bir meşruiyettir. Unutulmamalı ki statükoyu oluşturan güç dengesini oluşturan koşullardır, koşulların değiştiği bir ortamda veya bambaşka olduğu bir evrende dengeler yine kurulacaktır fakat bambaşka dengesizlikler üzerine inşa edilecektir.

Bir erkeğin belli başlı kadınların sahibi olacağı kabul edilir. Buna sahiplik sözleşmesi adını veriyorum. Sahiplik sözleşmesi kapsamında insanlara verilmiş roller net, anlaşılır ve makul bulunmuş olacak ki yıllarca geçerli kalmıştır. Sahiplik sözleşmesine göre iki çeşit sahiplik anlayışı vardır. İlki zaten doğar doğmaz, bir şey yapmaksızın edinilen sahipliklerken ikincisi sonradan kazanılan sahipliklerdir. Doğar doğmaz kazanılan sahipliklere göre bir erkeğe nikah düşmeyen kadınlar o erkeğin doğal mallarıdır. Yani bir erkeğin annesi, kız kardeşleri, büyükanneleri ve bir sahibi yoksa teyze ve halaları bu kapsamdadır. Kazanılan sahipliğin başat örneği ise erkeğin karısıdır, ardından belli bir yaşa kadar erkek çocukları ve evlenene kadar kız çocukları gelir. Bir erkekle evlenen kadın aslında onun malı olacağı bir sahiplik sözleşmesine imza attığını bilir. Birinin malı olmak sahipsiz kalmaktan iyi olacak ki birçok kadın evlenmiştir fakat burada tabii ki toplumsal normları da yadsımamak gerekiyor. Bir erkeğin himayesi altındaki her kadın, alttan alta erkeğini yönetmeye ve yönlendirmeye çalışır. Bu hem kadının hanedeki güç istencinden kaynaklanır hem de diğer kadınlara karşı daha güçlü ve ayrıcalıklı konuma gelebilme arzusundan kaynaklanır. Yani erkeğini yönetebilen kadın aslında çevresindeki diğer kadınlardan da erkeğinden de daha güçlüdür. Kaynana gelin ve gelin görümce çatışmalarının esas sebebi de budur. Birey olarak yetişmemiş ve yaşayamamış kaynana ve gelini arasında, hangimiz erkeğin esas uzantısıyız çatışması başlar. Daha baskın gelen esas mal ve uzantı olacağından diğerine ve diğerlerine üstünlük kurmuş olur. Bu paradigmaya yetişmiş kadınların kesinlikle birey değil mal olduklarını çokça vurguladım. Burada erkek de tam anlamıyla birey değildir. Ona atfedilmiş güç de onu araçsallaştırıp fetişize etmiştir. Erkek, toplum normlarının izin verdiği kadar özgür olabilir, bu imkanlar kadına göre çok daha fazladır fakat yine de sıradan bir erkeğin birey olmasına da yetmez. Toplumun normları genellikle el alem ne der kaygısı üzerine kurulup aile şerefi ile nesilleri sürdürebilme amaçlıdır. Bir erkeğin, erkek kardeşi vefat ederse dul kalmış karısıyla evlenmesi yaygın bir durumdur. Sahibini kaybeden kadın, kaybettiği sahibinin en yakınının malı olur. Sahipsiz kadın başka biriyle evleneceğine kaynıyla evlendirilmesi daha makul bulunmuştur. Bunda da hiçbir iğrençlik bulunmaz, malımızı başkası kapıp itibarımıza zeval geleceğine yine bizim malımız olmaya devam etsin anlayışı hakimdir. Çünkü kadın, erkeğin uzantısı olarak görülür.

Eğer meseleyi cinsellik yönünden ele almak gerekirse, fiziksel olarak güçlü olan erkek burada da egemendir. Cinsellik ve cinsel organlar dönemine göre merak edilen, kutsanan, tapınılan, tabulaşan ve serbestleşen unsurlar olmuştur. Erkeğin egemen olduğu toplumlarda ise cinselliğe erkekçe bakmak esas olmuştur. Penis bir mızrağa, vajina bir oyuğa benzer. Penis bir kılıca, vajina kılıcın kınına benzer. Zaten bu tarz objeleri çağrıştırmış ve bu minvalde simgeleşmişlerdir. Penisin vajinaya girmesi, kadın bakire ise çoğunlukla kanatması, yer yer canını acıtması da bir saldırı yahut şiddet eylemini çağrıştırır. Fiziksel olarak da, toplumsal roller olarak da, cinsel organların çağrışımları olarak da, cinsel ilişkinin genel yapılış biçimi olarak da erkek, kadına göre egemen ve hakimiyet sahibi konumdadır. Toplumsal roller ile cinselliğin icrası da birbirini bu yönde perçinlemiştir. Cinsellik erkeğin tensel hazlarına hizmet ediyor gibi dursa da aynı zamanda güç istencini ve hakimiyet duygularına da hizmet eder. Hakimiyetin ve rollerin dorukta olduğu cinsellik sırf bu yüzden bile toplum açısından çok ilgi çekici ve önemli bir konumdadır. Erkeklerin birçok zayıf karnı ve mücadelesi de penislerinden ve cinsel performansından kaynaklanır, en azından beslenir. Toplum düzeninin nihai amacı, en önemli gayesi ve icrasına bakıldığında özünü oluşturan cinselliğin tabulaşması gayet beklendik bir hususken eşcinselliğin tabulaşması ve karşı çıkılan bir durum olması kaçınılmazdı. Eşcinsellik başta toplumsal rollere uymayan bir durumdu dolayısıyla toplum düzenini tehdit ediyordu. İkincisi erkek görünümünde kadın rolünde bir insan normlara uymadığından, belirsizliği temsil ettiğinden ürpertiye ve tiksinmeye yol açarak yadırganıp ötekileştirmeye neden oluyordu. Bir erkeğin, başka bir erkek tarafından becerilmesi onun için utanç verici bir durumdu çünkü doğasıyla, biçilen rolüyle ve en önemli amacıyla muazzam çelişiyordu. Bir erkeğin cinsel yaşamında bunları benimsemesi nispeten tolere edilebilir bir durumdu çünkü cinsellik mahrem olduğundan kapalı kapılar arkasında vuku buluyordu asıl önemli olan kadın gibi davranmamasıydı. Burada lezbiyenliğe çok değinmedim çünkü ortada bir tenasül uzuv yokken kim takar eşcinselliği, tabii toplum lezbiyenliği de hoş karşılamazken asıl katlanılamaz olan gey ilişki ve efeminelikti. Eşcinsellik genellikle geyleri kasteder, gey kavramı da genellikle pasif rolü kasteder. Gey ilişkide aktif rol de toplumca hoş karşılanmasa da tolere edilemez de değildi. Çünkü aktif geylerin toplumsal rolüne, toplumun ona yüklediği ödeve nispeten halel gelmeyeceği için toplum düzenini çok da tehdit etmezlerdi. Erkeklerin olduğu sosyal bir ortamda birisi bir travesti veya transseksüel ile girdiği ilişkiyi anlatmaktan çok da çekinmez, diğerleri de olağandışı muzip bir anı olarak ele alıp gülerler biraz da yadırgarlar veya yadırgıyor gibi yaparlar. Bugün dahi geyler birçok toplumda yadırganırken transseksüeller o kadar yadırganmaz. Transseksüellerin daha çok toplumdan dışlanmasına karşın en azından bir cinsel yönelimi seçip rolleri belirli olmasından dolayı geylere göre daha gülünç ve sempatik bulunabilir. Eşcinseller toplum baskısı ve dayatmalarının bir reaksiyonu olarak diğer insanlara kıyasla uçlarda olmaya çok daha meyillilerdir. Birçoğu zaten cinsel yönelimi ile ön plana çıkıp topluma bir haykırıda bulunurlar, bu anlaşılabilir bir olgudur. Bazıları olduğundan çok daha yöneliminin sivri özellikleriyle, cazgırlıklarıyla ön plana çıkarken bazıları da olduklarından daha muhafazakar bir durumda ön plana çıkarlar. İlki bir başkaldırıyken ikincisi bir kabullenme isteğinin tezahürüdür. Toplum iki imajı da kabul etmiyor gibi görünse de aslında kabul eder. Asıl sorun olan eşcinsel kimliği ile ön plana çıkmayan eşcinsellerdir ki bu grubu muhtemelen eşcinsel camia da sevmiyordur diye düşünüyorum. Kendi kimliği ile barışık olduğu için ne sivrilmeye ne tribünlere oynamayan, işinde gücünde, kendine güvenen ve kendini birçok yönüyle geliştirmiş eşcinsel profili toplum tarafından, diğer eşcinsel profillere nazaran daha makul gibi lanse edilse de, asıl rahatsız edici gruptur. Çünkü bu grup kendisine biçilmiş gömleği reddeder, gülünç duruma düşmez, kendiyle gerçekten barışıktır ve örnek bir insan profili çizdiğinden kesinlikle bir kalıba sokulamaz ki bu da toplumların en büyük korkusu olan belirsizliği doğurduğu için katlanılamaz mahiyettedir. Çünkü toplum, sindirerek veya azdırarak şekillendirdiği ve bir kalıba oturttuğu herkesi bir ölçüde kabul eder, belki de sahiplenir.

    İnsan tarih boyunca gücü arzulamış, insanlar da gücün etrafında toplanarak bir düzenin oluşmasına sebep olmuşlardır. İnsanın içinde güç arzusu olduğu sürece hiyerarşik düzenler hep var olacaktır. Düzenin özünü oluşturan güç tanımına sahip olamayacağını bilen insanlar, genellikle düzenin kendilerine dayattıkları rolü sorun etmeden kabul ederler. İnsanoğlunun güç arzusu kadar dışlanma korkusu da en derin ve güçlü kodlarındandır. Üstelik bugün düzenin güçlü bir aktörü olmayan yarın belki güçlü bir aktörü olabilir, kendini buna inandırabilir fakat insan bir kez dışlandı mı çevre değişikliği haricinde bunun geri dönüşü çok zor olmakla birlikte katılacağı yeni çevrede zaten bir yabancı olacağından dolayı kendini kabul ettirip vasat bir role sahip olabilmesi ve bunu topluma kabul ettirebilmesi de oldukça zordur. Sistemler değişebilir, yöntemler değişebilir dolayısıyla yaşantılar da değişebilir. Sistemlerin değişmesi demek sistemlerin dayanağının değiştiği anlamına gelmez. Düzenler hep güç odaklıdır sistemler de bu düzlemde inşa edilir. Zamanın ruhuna göre güç tanımı değişebilir, güç atfedilen olgular da değişir fakat sistematiğin temelini oluşturan düzenlerin özü hep güce dayanır. İkili ilişkilerde de, toplumlarda da, şirketlerde de, ülkelerde de güç kendini belli eder, insanlar kolaylıkla gücü sezer. Gücü sezmek insanın en temel reflekslerindenken güce göre konumlanmak en temel güdülerindendir. Kapitalizmin kabaca sermaye ve üretim araçlarına sahip bir grup insanın kar maksimizasyonu amacı ile diğer insanları tahakküm altına almalarına dayanan bir sistem olduğu söylenebilir. Kapitalizmin putu paradır, para da her put gibi bir araçtır. Asıl amaç her sistemde olduğu gibi güce ulaşmaktır. Güç üzerine inşa edilen bu sistemin eşitsizliklerinden ve çıkmazlarından doğan ön kabulleri de düzeni inşa etmektedir. Yani kapitalizmi insanlık tarihindeki diğer sistemlerden bağımsız değerlendirmek manasız olacaktır, müstakil olarak değerlendirmekse diğer sistemlerin bir uzantısı olarak değerlendirmek daha isabetli olacaktır. Zamanın ruhu ile ortaya çıkıp kendi sistematiği çerçevesinde mükemmele yakınsayan kapitalist düzende, bir eşikten sonra daha önceleri düzenin yadsınan dezavantajlı aktörlerinin, ilk olarak kendilerini sistemin kolonlarından biri yapacak role sahip olmaları ve bunun getirisi olarak da düzen içerisinde bir söz hakkına sahip olmaları kaçınılmaz olacaktı. 

Kadınlar bir işte çalışıp kendi paralarını kazanarak ekonomik özgürlüklerini kazanmışlar ve kapitalist sistem sayesinde mal olmaktan çıkıp birey olabilmişlerdir. Kapitalist sistemde insanların kazandıkları benlik ve birey olma özellikleri sistemin kendisi tarafından çerçevelenmiş yavan bir benliktir. Kapitalizm düzenini eleştirmek şüphesiz ki eleştirilerin en kolay ve konforlusu olmakla birlikte kapitalist düzenin de hakkını vermek gerekir. Birçok açıdan ele alabileceğimiz kapitalizm düzenini ben burada benlik bağlamında ele irdelemeye çalışıyorum, evet kapitalizm düzeni insanlara kuru bir benlik kazandırsa da en azından bir benlik kazanmalarına izin veriyor, kapitalizmden önceki düzenlerde benlik inşası, hak ve özgürlükler daha mı iyiydi? Bu, kapitalizmle alakalı olduğu kadar zamanın ruhu ile de alakalı bir husustur. Düzenler zaten zamanın ruhunu yakalayabildikleri için veya zamanın ruhuna göre esneyebildikleri için düzen olarak kalırlar, ne yazık ki kapitalizm epey esnek bir düzendir. Kırsal yapısı gereği muhafazakardır. Herkesin birbirini nesillerce tanıdığı yerlerde oranın töresine bağlı kalmamak veya bağlıymış gibi durmamak düşünülemez. Kapitalist sistemde sanayi sektörü gelişip fabrikalar önem kazanınca insanlar şehre göçüp orada istihdam oluyordu. Köylere nazaran koskoca şehirlerde kimse birbirini tanımadığı için zamanla töreler unutulur oldu, tabular ortadan kalktı. Tabii ki ilk başlarda şehre yeni göçen köylüler şehrin belli yerlerinde gettolaştı ve belki de törelerine de daha da sıkı bağlandı fakat bu doğal refleks elbette ki baki kalamazdı. Yani şehirlerde insanlar farklı kültürlere rastlayarak töre bağlamında mutlak bir doğru olmadığını zamanla anlıyorlar. Kalabalıklarda kaybolup yadırganmayacak kadar yabancı oluyorlar. Köklerinden kopup yabancılaşarak bireyselleşiyorlar. Ekonomik özgürlüğünü eline alanlar kimseye muhtaç olmadıklarından mal olmaktan çıkıp zamanla birey oluyorlar. Yani şehirleşmenin öyküsü ve getirileri aşağı yukarı bu minvaldedir. Kadınların birey olabilmeleri yalnızca ekonomik özgürlüklerini kazanmalarına bağlı değildir aynı zamanda otorite ile kurulacak ilişkiye de bağlıdır.

Eskiden insanlara otorite figürleri hep yakındı ve otoriteden kaçmak imkansızdı. Bir dizi otorite figürü arasında keskin bir hiyerarşiye dayanan oldukça katı bir düzen vardı. Genç ve bekar bir kıza göre ele alırsak ablaları, annesi, abileri, amca ve dayıları, dedesi, babası, köyün ağası ve bunları barındırıp her zaman kendini hissettiren törelerden oluşan düzen, otorite figürleriydi. Otorite figürleri her yerdeydi, kimse olmadığı anlarda bile insanların zihnindeydi. Kapitalist sistemin modern zamanlarındaysa gözle görülür ve temas edilebilecek bu kadar otorite figürü yoktu ve otorite figürleri de opsiyoneldi. En büyük otorite figürü veya güç nesnesi paraydı. Para ise bir yerde çalışarak elde edilebilirdi, iş imkanın geniş olduğu yerde ise kağıt üzerinde insanlar hiçbir patrona boyun eğmek zorunda değildi, istedikleri işe girebilirlerdi. Yani en büyük otorite patrondu o da mesai saatleri ile kısıtlıydı. Kapitalist sistem insanları paydosla birlikte kendi üzerlerindeki tek otoritenin yine kendileri olduğuna inandırmakla kalmayıp mesai saatleri içerisinde de istedikleri otorite figürlerini seçebileceklerinden dolayı otorite figürünü tayin hakkına sahip olduklarına inandırdı, çok da yanlış bir inanış değildi. Modern dünya bunun bir benzerini de demokrasi rejimiyle gerçekleştirdi. İnsanlar bir şeyleri oylayarak kendileri ve toplumları üzerinde karar verme yetkisine sahip, kerameti kendinden menkul birer otorite figürü olarak kendilerini algıladı. Otorite figürleri nicelik olarak güç kaybetse de nitelik olarak hiç olmadıkları kadar kuvvetli hale gelmişlerdi de gelmesine, insanlar otorite figürlerine dokunamadıkça, onlara ulaşamadıkça bu durumu umursamıyor ve adeta onları yok sayıyorlardı, gerçi bu otorite figürlerinin de işine geliyordu. İnsanlar, otorite figürleri azalıyor ve otorite figürlerini kendi seçebiliyorlar diye muazzam bir özgüvene ulaştılar ve bireyselleşme yolundaki en büyük adımlardan biri de bu oldu.

Kadınların özgürleşebilme sürecinde ekonomik özgürlükler kadar internet de etkili olmuştur. Şehirlileşme sürecine geç girmiş toplumlar internet ve internetin uzantıları ile tanışınca bu bireyselleşme sürecini sağlıklı yürütememişlerdir. Çünkü şehirlileşme en nihayetinde bireyselliği getiren bir süreç olmakla birlikte oldukça uzun ve sancılı bir süreçtir. Batı toplumları şehirlileşme sürecine yaklaşık yüz sene önce girerken bu Batılı olmayan toplumlarda çok daha yakın bir sürece isabet etmektedir. Şehirlileşmeyle bireyselleşen Batılılarda internetin olumsuz etkileri Doğululara göre çok daha azdır. Ülkemiz hemen hemen her konuda arada kalmış bir konumdadır ve bu meselede de aynı durumdan muzdarip durumdayız. Zamanında şehirlileşemediğimizden dolayı doğru düzgün bireyselleşemedik, internet ve uzantıları ile özgürleşebildik. Yani adamakıllı bireyselleşemeden özgürleşince bunun etkileri pek de hoş olmadı fakat yakın gelecekte birçok şeyin rayına oturacağı kanısındayım. İnsanlar mahalli bagajlarını üstünden atamadan özgürlüğüne kavuştu ve globalleşen dünyada sürekli biz ve öteki anlayışına sarıldı, ifrat ve tefrit arasında savruldu, dünyayı siyah ya da beyaz olarak algıladı. İnsanlar özgürdü de birey değillerdi, yapılan eylemler genellikle bir düşünceye, zihniyete, gruba reaksiyon veya nispet mahiyetinde oldu. Böylelikle sosyal klikler arasında geçirgenliği arttıracağı düşünülen sosyal medya, insanları yaşam tarzı babında belki birbirine yaklaştırsa da zıt grupların birbirlerine olan konumlarını  daha da keskinleştirmiş bile olabilir. Bunda internetin değil bizlerin suçu var. Henüz birey olamamış insanlar kazandıkları özgürlükleri uçlarda kullanarak dünyaya bir haykırışta bulundular çünkü onlara göre özgürlük şekil ve şemaldeydi. Bu haykırışın en spesifik örneklerinden biri, marjinalliğin giyim kuşama indirgenmesi oldu ki bu kapitalizmin kendi içindeki en büyük marifetlerinden biri olmakla birlikte oldukça uzun bir konudur. Beni hiç alakadar etmiyor ve kimseye karışma hakkını da kendimde bulmuyorum diyerek kadınların giyim tarzındaki değişime değinmek istiyorum.

Şehirlileşme sürecini sağlıklı tamamlayamayıp birey olamamış kadınlar özgürlüklerini elde edince kendilerini ispatlayabilmek adına bu kazanımlarını giyim kuşamlarıyla gösterme yoluna girdiler. Kendileri üzerindeki otoritenin reddini eskisine kıyasla çok daha cesur kıyafetleriyle haykırdılar. Kadınların eskisine kıyasla daha cesur giysileri seçmesi çağdaşlığın doğrudan bir tezahürü olmasa da bunları özgür iradeleriyle seçebiliyor olmaları çağdaşlığın göstergesidir. Toplum baskısına başkaldırmak özgürlüğü, toplum baskısına maruz kalmamak ise bireyselliği doğurur. Bunların toplamı da medeniyettir. Fakat birçok kadın bu uğurda isteyerek veya istemeyerek metalaşmıştır. Eskiden kadınlar kendi iradeleri dışında mal olarak görülürken zamanla kendi iradeleriyle metalaşmayı yani mal olmayı tercih etmişlerdir. Fakat modern zamanlarda kadınların fiziki yönden metalaşması, erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümünü getirmiyor. Erkekler nasıl yıllarca egemen konumda olduysa şimdi de kadınların bir egemenlik mücadelesinde olduğu anlamına geliyor. Kadınların ekonomik özgürlüğü olduğu için partner seçiminde eskisine kıyasla oldukça rahat durumdalar. Hiçbir erkeğe muhtaç olmadıkların dolayı kadınların kriterleri hem artarak hem de yükselerek girift bir hale geliyor. Bir kadına olan talep de arttığı için kadınlar haliyle adaylar arasında kendilerine göre en iyi olanı seçiyor bu durumu da kapitalist sistem çok iyi manipüle edip kendine yontuyor. İnsanlarsa partner bulabilmek adına sürekli 'mış gibi' yapıyor, kendilerini pazarlıyor. Bu yüzden ortaya muazzam ölçüde bir tüketim çılgınlığı çıkıyor. İnsanlar elde ettikleri sonuçla mutlu olmasalar dahi mutlu gibi davranmak zorunda hissediyor. Birbirini tam olarak tanıyamayan çiftler, sürekli rekabet halinde olan insanlar ve ilişki bağımlısı insanlar türüyor. 

Kadınların da birey olduğu ve hatta önünde birçok partner seçeneğinin olduğu kapitalist sistemin çeşitli arzularla beslediği bu yeni statükoya bazı erkekler alışamadı. Eskiden erkekler illaki evleniyor veya evlendiriliyordu çünkü kadınlar adeta serbest piyasanın bir emtiası gibi alınıp satılıyordu. Artık kadınlar kendileri üzerinde böylesine önemli kararları kendileri almakla kalmıyor kriterleri de kendileri oluşturuyor ve bu kriterler kendilerine gösterilen rağbet doğrultusunda gitgide yükseliyor. İşte tam olarak bu statükoya uyum sağlayamayan erkekler kendilerini sistemin göz ardı ettiği kimseler olarak hissediyor. Sosyal medyanın bu denli önemli bir etken olduğu çağımızda güç kavramı yalnızca para anlamına gelmiyor. Sosyal çevre, giyim tarzı, fiziksel özellikler, sosyal medyadaki takipçi sayısı ve özgüven gibi unsurlar da bireyin toplum nazarındaki gücünü temsil ediyor zira buna kapitalist sistem de izin vermekle kalmıyor, teşvik de ediyor. Bu teşvikin nedeni ise mevzubahis şeylere ulaşabilmek için sürekli bir tüketim çabası içinde olmak gerekiyor, bu tüketimler de insanları sisteme göbeğinden bağlayarak sistemin güçlenmesini sağlıyor. Tüm bu paradigmaları yerine getiremeyen insanlarsa ilişkilerde başarılı olamıyor, belki herhangi bir teşebbüse girecek medeni cesareti bile bulamıyorlar. Bunun neticesinde üstünkörü incelendiğinde kendini geliştirmeyi şiar edinen red pill anlayışı türüyor. Zararsız gibi dursa da hem kişinin kendisi için hem de toplum için zararlı durumlara gebe olması ise neredeyse kaçınılmazdır. En başta kadınları tıpkı en başlardaki gibi metalaştırıp onları elde etmeyi amaçlar. Kadınları sadece fiziksel özelliklerinden ibaret görüp onları kişinin hazları bağlamında araçsallaştırır. Sadece kadınları da değil bu yolu benimsemiş her bir erkeği de araçsallaştırır, metalaştırır. Birçok yönde tıpkı bir makine gibi durmaksızın kendini geliştirme çabası, masumane bir gayret gibi dursa da asıl amaç erkeklerle girişilen rekabette daha üst basamaklara çıkıp cinsel bir obje olarak görülen kadınları elde etme niyetidir. Yani kişi kendisini, satın alınabilecek bir objeymişçesine allayıp pullayıp karşı cinse satmaya çalışır. Bazı erkeklerse hiç kendini geliştirme gereği duymaksızın yalın bir medeni cesaretin verdiği özgüvenle kadınları elde etmeye çalışıyor, bu kimi zaman işe yarıyor kimi zaman yaramıyor. Hatta işi ileri boyutlara taşıyıp kabalık düzeyinde bir özgüvenle bu işleri yürütüyorlar ve gayet tabii bunun nedenleri arasında da kapitalizm yer alıyor. Tüm bunlara şahit olan bazı erkekler gerek kadınların artık birey olmasından gerek kadınların kriterlerinin yükselmesinden gerek bu yeni statükoya ayak uyduramamalarından gerekse de yetersiz addettikleri erkeklerin kadınlara ulaşabilmesinden dolayı kadın düşmanlığına soyunuyorlar.

Modern zamanlarda kadın düşmanlığı ve gençleri ahlaken suçlama eğilimleri önemli konulardan biridir. Yeni nesilleri beğenmeme davranışı Sümerlerde dahi bulunan bir davranış olduğundan dolayı bu meseleyi büyük bir çerçevede değil daha niş bir alanda incelemek istiyorum. İlki genç erkeklerden bazıları, ikincisi ise yaşlı kadınlardan bazılarıdır. Aslında ikisinin de meseleye yaklaşımlarının benzer olmasının temel sebebi bellidir. Sebep ise kendi haklarının yeterince verilmediği düşüncesidir. Yukarıdaki paragrafta bazı genç erkeklerin neden bu eğilimde olduğundan bahsetmiştim. O yüzden yaşlı kadınlara değineceğim. Bugünün yaşlı kadınları gençlik yıllarında, kendilerinin özgürlükleri ve söz haklarının son derece kısıtlı olduğu bir dönemde yaşarlarken günümüzde kadınların ekonomik özgürlüğünden tutun da giyim kuşamlarına kadar birçok konuda özgür olup istediği kararları hiçbir görünür otoriteden çekinmeksizin aldıkları aşikardır. Yani bugünün genç kadınları ile yıllar öncesinin genç kadınları arasında birçok konuda uçurum var. Zamanın genç kadınları ne yapmak isterlerse istesinler mutlaka sarsılmaz bir otoriteye rastlıyorlar ve birçok isteklerini yapmayı bırakın akıllarından bile geçiremiyorlardı. Bu yüzden yaşlı kadınlar için günümüzün genç kızlarının sınırsız özgürlük alanları vardır. Yaşlı kadınlardan bazıları genç kadınların bu özgürlük alanını ahlaki yönden eleştiriyorlar çünkü kendileri o ahlaki paradigmanın düzeni altında yaşamaya mahkumlardı ve bu düzene hiç mi hiç alışık değiller. Fakat en azından bu çağın normalinin de bu olduğunu, çağın normalinden bambaşka bir yaşam tarzını benimseyen bir genç kadının diğer genç kadınlarca yadırganacağını düşünemiyorlar mı, belki düşünemiyorlar fakat düşünüp de kabul etmek istemiyorlar da. Baskıcı statükonun altında yaşamış genç kadınlar, bugünün genç kadınlarının imkanlarını kıskanıyorlar çünkü kendileri o imkanlara sahip olamadı, bazı şeyleri yapmayı akıllarından dahi geçiremediler. Burada toplumsal bir uzlaşı için tarafların birbiriyle empati yapmaları gerekiyor. Bir düzenin baskılanan ve göz ardı edilen aktörleri yeni bir düzende kendi ait oldukları grubun eskisine göre çok daha karlı ve özgür olmalarına karşı eski düzenin en büyük savunucularından olurlar. Bu - bir sosyolojik olgu olarak - ev zencisi kavramıyla da benzeşiyor. 

    Son zamanda sosyal medyada kullanılan bir tabir var: prenses erkekler. Bu alelade bir sosyal medya jargonu olmanın ötesinde, gücünü gündelik hayatın gözleminden alıp her yere sirayet eden bir kavramdır. Modern zamanlarda erkeklerin, kapitalizm eliyle pasifize edilmiş oldukları doğrudur. Günümüzün erkekleri toplumsal cinsiyet rollerini aşmışlardır. Ne büyük bir rastlantı ki binlerce yıldır kendilerine biçilen toplumsa cinsiyet rolleri ile mücadele eden kadınlar son derece cinsiyetçi bir biçimde erkeklere bir gömlek giydirmek istiyorlar. Bu prenses erkek yakıştırması erkekleri de kadınları da aşağılayan iğrenç bir kavramdır. Otomatik vitesli araç kullanan, futbolu takip etmeyen, kavga etmeyen erkekler efemine bulunup prenses erkek kavramıyla yaftalanıyorlar. Bu yakıştırmayı sadece kadınlar erkeklere değil, erkekler de başka erkeklere yapıyorlar. Bu kavramla beraber bazı kadınlar amaçlarını çok açık bir biçimde belli etmektedirler. Erkek güçlü olmalı ve bu gücünü de kadını için kullanmalı anlayışı barizdir. Yani toplumsal cinsiyet rolleri devam etmesine etsin de bu statüko yalnızca kadınlara hizmet etsin anlayışı hakimdir. Kadınlar erkekleri 'yeteri kadar erkek' olmadıkları için değil, yeteri kadar erkek olmayıp kadınlarına istenen düzeyde hizmet edecek araç olmadıkları için suçluyorlar. Yani statüko kimden yana ise toplumsal cinsiyet rollerini karşı tarafın sırtına yükleyip çıkarlarını maksimize etmeye çalışıyor. Bazı kadınların bu davranış biçimi, feminizmin onlarca yıldır üstlendiği kadınların eşit birer birey olma mücadelesine bir ihanettir.

Kadınların mal sayılıp bazen cinsel birer obje olması yolunda bazen de töre kisvesi altında sırtına yüklenen toplumsal cinsiyet rolleri ile mücadele eden feminizme bir diğer ihanet de, bazı kadınların centilmenlik kisvesi altında kendilerini cinsel bir obje olarak görüp onları bu uğurda araçsallaştırarak istediklerini alma yolunda her türlü zarafetin takiyesini sürdüren erkeklere karşı son derece hoşgörülü tavırlarıdır. Tabii ki insanlar arasında flörtleşme de karşılıklı jestler de olacaktır. Fakat kapitalizmin yarattığı centilmenler, toplum tarafından her ne kadar iyi çocuklar olarak addedilse de bu 'romantik serseriler' de bundan nesiller önceki ataları gibi kadınları araçsallaştırmıyor mu? Kadınlar da erkekler kadar bireydir. Bu sebeple kadınlar türlü oyunlarla erkekler tarafından tavlanacak, elde edilecek, düşürülecek varlıklar olmamalılardır. Feministler kadınlar çiçektir diyenlere karşı kadın kadınır, çiçek babandır diyorlar ya son derece haklılar. Kadınlar hiçbir erkeğin övgüsüne muhtaç değildir, olmamalılardır da. Bir domuzu bir yerden bir yere sürmek için gösterilen havuç gibi kadınlara yapılan yılışık övgülerin altında tıpkı domuzu sürmek gibi bir amaç vardır. Kadınlar ne kadar övgülere mazharsa erkekler de o kadar övgülere mazhardır. Erkeklerin kadınlara jestler yapmaları ne kadar güzelse kadınların da erkeklere jestler yapmaları o kadar güzeldir. Kadınlar yapıları gereği erkeklerden düşük ve dezavantajlılar mı ki haddinden fazla haklarının teslim edilmesi amacı hissediliyor. Tüm bu centilmenlik oyunları erkeklerin kadınları araçsallaştırıp onlardan istediklerini elde etmeleri için maalesef karşılıklı oynanan bir danstır ve ne acı ki bazı kadınlar bu jestlerle tatmin olup kendilerinin araçsallaştırılıp en temelinde aşağılanmasına alet oluyorlar. Bugün politik doğruculuk kapsamında bu dünya için değer üreten insanlar arasında erkekler kadar kadınlara da yer verilmesi de aşağı yukarı aynı iki yüzlülüğün ürünüdür. Bilim insanları için bir afiş hazırlandığında on bilim insanının beşi erkek beşi kadın yapılıyor ki bunun benzerleri edebiyat, felsefe vb. alanlar için de geçerli. Beş erkek bilim insanına yer vermek demek belki Maxvell'e, Hawking'e, Planck'a yer vermemek anlamına gelir oysaki Marie Curie haricinde bu adamlarla bilim anlamında aşık atabilecek bir kadın yoktur. Eşitlik kapsamında bir şeyleri  hak etmeyen kadınlara bu yeri vermek onları zavallılaştırmaktan başka bir şey değildir. Kadınlar dezavantajlı, gerizekalı veya eksik varlıklar mı ki hak etmedikleri yerler onlara tahsis edilliyor, bu davranış tam olarak bu sebeplerle alakalıdır. Geçmişte kadınlar özgür olmadığı için bu alanlar ile ilgilenemediler ki bu kısıtlamalar çok yanlıştı, şimdi hak etmedikleri yerlere sırf kadın olduklarından dolayı onları getirerek onları onore mi etmiş oluruz yoksa onlara hakaret mi etmiş oluruz? Bu kadınlara 'Bakın siz de eksik değilsiniz ha' demekten başka bir şey değildir. Biz kim oluyoruz ki bunları kadınlara diyebiliyoruz veya ima edebiliyoruz. Kadınlar başka alanlarla daha fazla ilgili olabilirler, olmayabilirler de. Bu tamamen onların inisiyatifine kalmış bir durumdur.

    Son bir paragraf daha. İnsanlar sahiplik sözleşmesinden çıkmasına çıktı da yine bazı sahiplerin tahakkümü altında kaldılar. Ve bu sefer bile isteye kaldılar. İşte bu kapitalizmin en büyük marifetlerindendir. Bu sefer insanların sahibi hamburger markalarından biri, pizza markalarından biri, ayakkabı markalarından biri, soğuk içecek markalarından biri, araba markalarından biri oldu. İnsanlar kimliklerini bu markaların destekçiliğiyle inşa etmeye başladı. Oralarda çalışmaktan değil, o markaları aşırı benimsemekten bahsediyorum. Sosyal medya platformları sahibimiz oldu. Orada moda olan bazı akımlar sahibimiz oldu. Kendimizi ispat etmek ve ben varım, buradayım diye haykırmak için giriştiğimiz rekabetler sahibimiz oldu. İşte bunun adı ispat ve rekabet sözleşmesidir. Bunu da umuyorum ki önümüzdeki günlerde yazacağım.

7 Mayıs 2025 Çarşamba

YALAN: Kurgulanan Gerçeklik

 Yalanın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir, pek çok şey gibi bir gerçekliği kurgulamayı da insanlar icat etmiştir.

Yalan her ne kadar insanlarca lanetlense de iyi bir yalanı herkes sever. Bir yalanı istenen mahiyete getiren etkisi ise hangi konuya kanmak istediğimizden geçmektedir. Mevzubahis isteklerimiz en ilkel dürtülerimizden de kaynaklanabilir, en karmaşık ve anlayamadığımız özelliklerimizden de kaynaklanabilir. Yalanlar; itiraf edilemeyen, yüzleşilemeyen, kaçınılan, görmezden gelinen gerçeklerin alternatif kurgularından başka bir şey değildir. Bir insan en çok hangi konuda yalan söylüyorsa hayatını çekilmez kılan konu da odur.

Sosyal yaşamda yalanlar kaçınılmazdır. Aksi takdirde, yani yalanın olmadığı bir dünyada, sosyal yaşam diye bir olgu olmadığı gibi bunun sonucu olarak medeniyetten de bahsedemezdik. Medeniyet, yalanların ideal ve hassas zeminine basarak ancak ayakta durabilir. İşte tam da bu sebeple insanlara bahşedilmiş görünmez bir yalan kotası vardır. Bu yalanların görünmez kotası hem yalanların sayısıyla hem de yalanların büyüklüğüyle ilgilidir. Tıpkı kan değerleri gibi ideal bir skala vardır. Bu skalanın altında olmak da üstünde olmak da hoş görülmez. Modern dünya, insanların yalanlarıyla ve tavizleriyle oynadığı bir tür dansa benzeyip dengeleri muhafaza etme sahası olmaktan başka bir şey değildir. Dengeyi muhafaza edemeyenler oyun dışı kalır eğer çok güçlülerse yepyeni bir denge kurulur ki bunun adı devrimdir. Devrimi yapan gruplar yepyeni bir gerçeklik kurgulayabilmek adına yalanlar üretirler. Bu yalanlar ne kadar kapsayıcı ve gurur okşayıcıysa o kadar kabul görür ve vaat ettiklerini de gerçekleştirebilirlerse uzun soluklu bir dans başlar.

Yalanın birçok türü veya söylenme gerekçesi vardır. Bir insan; kendini kurtarmak için, başkasını kurtarmak için, başkasını yakmak zor duruma düşürmek için, mevcut durumu korumak için ve bir gerçeklik kurgulayabilmek için yalan söyleyebilir. Burada üzerine eğileceğim iki husustan biri mevcut durumu korumak iken diğeri gerçekliği kurgulayabilmek olacaktır.

İnsanların çoğu mevcut dengenin korunması taraftarıdır. Bu mevcut denge kendilerine yaramıyorsa dahi yaradığına veya bir gün yarayacağına inanırlar. Yani mevcut dengenin korunması adına söylenen yalan silsilesi ilk olarak kişinin kendine yalan söylemesiyle başlar. Çünkü insanoğlu belirsizliğe dayanamaz, belirsizlik karşısında dehşete düşer. Bu statik dengede ben de bir denge tutturmuşum devam edivereyim düşüncesi egemendir. Mevzubahis denge veya statüko; başta modern dünya sistematiğini kastetse de, kapitalizm, sınıf düzeni, işçi patron ilişkisi, öğretmen öğrenci ilişkisi, akrabalık ilişkileri, aile ilişkileri, arkadaşlık ilişkileri, kültür vb. birçok husus için geçerlidir. Daha önce bir yazımda da bahsettiğim üzere insan ilişkilerinde bir baskın bir de sinik taraf vardır. Bu yüzde elli bire kırk dokuz da olabilir yüzde doksan dokuza yüzde bir de olabilir. Fakat illaki öne çıkan taraf veya taraflar vardır. İnsanoğlu nasıl sonsuzluğu tahayyül edemiyorsa eşitliği de tahayyül edemez ki her şeyi birbirleriyle kıyaslama eğilimiz de bu yüzdendir. Eşitlik olmazsa dengesizlik olmaz mı bu takdirde denge nasıl yaratılabilir sorusu akıllara gelebilir. Dengeyi oluşturan zaten dengesizliktir zaten. Yani bu dengeler kapsamında düşünürsek söylenen birçok yalan bu dengeleri korumak adınadır. Bazen bir insan bildiği bir gerçeği sırf dengeler bozulmasın diye söylemez bazen de birinin yapması gereken bir şeyi yapmadığı halde o kişinin o eylemi yaptığı yönünde bir yalan söyler, bu konuda örnekler uzar gider. Bazen de sloganik söylemlerle kitlesel yalanlar söylenebilir, devletin bekası için söylemi gibi. İnsanlar dengelerin değiştiği fark ettiği vakit daha önce söylemediği gerçekleri söylemeye başlar. Bazen de yalanar söylemeye başlar. Dengelerin değişmek üzere olduğunu en çok da statükodaki, bir yer edinmek isteyip de umduğunu bulamamış şakşakçılardan anlayabiliriz.


    Nostalji birçok insanın takıntılı olduğu bir alandır. Geçmiş güzeldir çünkü bellidir, geçmiş güzeldir çünkü geçmiştir. Geçmiş genellikle daha iyi şeylerle hatırlanma eğilimindedir. Ayrıca insanlar geçmiş ve gelecek hakkında bir anlatı yapacaksa geçmiş hakkında olanları başkalarına söylerken gelecek hakkında olanları kendilerine söylerler. Çünkü insan geçmiş konusunda kendini kandıramazken gelecek konusunda kendini kandırabilir ki buna da hayal denir ve gayet etkili bir savunma mekanizmasıdır. Peki anılar neden anlatılır, neden abartılır? Anıları anlatmanın başlıca sebebi anlatan kişiyi büsbütün geçmişe götürüp bugününden ve geleceğinden sıyırmasıdır. Diğer bir sebebi ise anlatmaya ve dinlenmeye değer bir yaşam öyküsünün olduğunu ispatlayarak karşı tarafın saygısını kazanıp da öz saygıyı beslemektir. Anıların daha da dinlenmeye değer olması için, diğer insanların ilgisini çekmek için ve anı anlatmanızın beklenmesi için anlattığınız anıların vurucu olması gereklidir. Bu vuruculuk ise yalanlarla olmasa bile abartılılarla mümkün olacaktır. Tabanı gerçekliğe basması kaydıyla sağdan soldan duyulan şeyleri apararak ve belki birkaç olayı tek bir anıda birleştirerek mümkün olabilir. Bu tarz şişirilmiş anılara sık sık başvurulursa elbette ki karşı taraf yalan söylendiğini, veya abartıldığını anlar. Fakat bunların zararsız yalanlar olmasından kaynaklanıyor olsa gerek ki insanlar bu duruma çok da tepki göstermez. Hatta yalancılıkla itham etmek yerine amiyane tabirle kolpacılık veya palavracılıkla itham edip bu durumu sempatik bir çizgiye taşırlar. İnsan bir ihtiyaçlar bütünü olduğu gibi her hareketi bir ihtiyaç ve ihtiyacın karşılanması amacıyladır. Yalanlar da bu ihtiyaçların tezahürüdür. Abartılı anılar anlatanlar üstte yazdığım ihtiyaçlarını karşılarken dinleyenler ise hoş vakit geçirme ihtiyaçlarını karşıladığı gibi yalan kotasını doldurmayan dostlarıyla aralarındaki dengeyi gözetmek adına da sessiz kalmayı seçerler. Yani insanlar yalnızken kendilerine söyleyemedikleri yalanları başkalarına söyleyip anılarda köklenmiş alternatif bir gerçeklik kurgusu inşa ederek hem bu gerçekliği suni bir yolla yaşamanın ferahlığını hem de dinlenmeye değer bir yaşam öyküsüne sahip olmanın gururunu yaşarlar. 


    Kısaca hoyrat ve katı bir gerçekçilikten ziyade samimi, düşünceli ve esneyebilen bir dürüstlük evladır. 

1 Mayıs 2025 Perşembe

ÖN YARGILAR: KALIPLAŞMIŞ YAZGILAR

    Ön yargılar insan yaşamının ayrılmaz bir parçasıdır. Ön yargıların yıkılmasının bu denli güç olmasının başlıca sebebi evrimsel sürecimizin en başından bu yana süregelip insanın tehlikelerden uzak durarak hayatta kalmasının anahtarı olmasından kaynaklıdır.

Ön yargıların işlevi yalnızca bizi tehlikelerden korumaktan ibaret değildir. Tehlikelerden korumak kadar hayatı kolaylaştırması da oldukça önemli bir işlevidir. Birkaç kalıp yargı ile hayatımızı idame ettirebilmemizi, karar verirken de işimizi kolaylaştırmayı sağlıyor. Beynin işleyişi henüz tam olarak bilinmiyor, bilinen kadarını da ben bilmiyorum fakat tahayyül ettiğim işleyiş biçimi aşağı yukarı şu yönde: Beyni bir bilgisayar gibi ele alırsak eğer farkında olduğumuz kısım monitörde görünen kısımdır. Burada bir sekme açık ve girdiler alınıyor. Arka sekmede biz farkında olmadan bu girdiler işleniyor ve değerlendiriliyor. Ardından eşleştirilip yönlendiriliyor. Başka bir arka sekmede ise bu yönlendirilen değerlendirme; geçmişten bugüne kadar ailemizden, çevremizden, kültürümüzden ve bizatihi kendi tecrübelerimizden edindiğimiz ön yargılarla hızlı, kolay ve garantici bir karara bağlanıyor. Bu bilinç ve bilinçaltı ilişkisine benziyor olabilir.

Yani demek istediğim böylesine kolay, pratik ve garantici bir mekanizmadan neden vazgeçilsin? Ayrıca ön yargıları kırmak demek yeniden doğmanın bile ötesindedir zira bebeklerde bile çeşitli ön yargılar mevcuttur. Ön yargıları bütünüyle kırınca karşımıza son derece yabancı, öngörülemez ve irrasyonel bir dünya çıkacaktır. Önyargılar da rasyonel değildir fakat insana çeşitli doğru ve yanlışları buyuran bir kılavuz mahiyetinde olduğundan dolayı isabetli veya isabetsiz olsun insana bir gerçeklik oluşturur. Hayat bir ormansa ön yargılar bu birbirine benzer ve bir o kadar da farklı olan bilmediğimiz yerde elimizdeki tek kılavuzdur. Nereden gideceğimizi, nereden sapacağımızı söyler. Söylediklerinin isabeti önemli değildir, zaten bilemeyiz de, söyledikleriyle nereye varacağımız önemlidir. Hiçbir şey bilmeden harekete geçmektense doğruluğundan emin olmadığımız bir kılavuz ile hareket etmek insana daha makul gelir.

Maalesef mi demeliyim yoksa iyi ki demeliyim bilemiyorum fakat ön yargılar çok büyük ölçüde olmasa da büyük ölçüde sayılabilecek bir düzeyde doğrudur. Zaten işin 'arifliği' de buradadır. Oysaki denemeyen yanılmaz da. Burada önemli olan hangi uğurda yanıldığımızdır. Yanılgıdan münezzeh olan ya tanrıdır ya da hayvandır. Eh hiçbir insan tanrı olamayacağına göre yanılgısız olanlar olsa olsa hayvandır. Bir hayvan hata yapabilir, hatalı bir hamlesiyle ölebilir. Fakat hiçbir hayvan yanılgıya düşmez çünkü yanılgı ancak bir bilinç dahilinde yapılacak bir hamlenin sonucudur. Yanılmaktan öylesine korkanlar ise bir hayvanla benzer düzeyde bir hayat sürer. Yer, içer, uyur, hayatta kalır ve günün birinde ölür gider. Önemli olan haklı çıkmak değil haklı olmaktır. Tabii ki her zaman haklı olamayız ve olamayacağız da. Yanlış anlaşılmak istemem, yanılgının övgüsünü yapmıyorum. Dediğim gibi bu yanılgılarımızın hangi uğurda olduğu önemlidir. Onurlu yanılgılar kadar güzel pek az şey vardır, hele bunlarla yüzleşilebilirse bu insanı gerçek manasıyla insan yapar.

Ön yargıların diğer bir işlevi ise ben ve öteki ve daha ziyade biz ve ötekiler düalitesi yaratıp kişinin kendisine ve mensup olduğu topluluğa bir asalet atayarak yüceltmesidir. Öteki kötüdür, ahlaksızdır, akılsızdır, beceriksizdir, kifayetsizdir ve dolayısıyla düşmandır. Öteki; düşman olduğu için öteki, öteki olduğu için düşmandır. Ötekine karşı olan düşmanlığın ve ırkçılığın kökenlerine ve nedenlerine ahlak konulu yazımda değindiğimden dolayı bu yazıda bu konuya değinmeyeceğim. Varoluşunu kendisi kurgulamaya cesaret edemeyen insanlar hazır ve kendilerine sunulan kalıp kurgular ile yaşamlarını şekillendirirler. Bu kalıp kurgular arasında en önemlilerden biri sosyal gruplardır. Bir sosyal gruba mensup olan biri sosyal ihtiyaçlarını karşılayacağı gibi kendini ötekilerle girilecek bir rekabetin de içinde bulur. Bu rekabet şüphesiz bir gündem, gaye ve daha fazlasını da oluşturur. Bu nevi topluluklar kötü değildir ve hatta bunlara bir ölçüde ihtiyacımız da vardır fakat bunların yaşamımızdaki kapladığı yer önemlidir. Bu topluluklara aidiyetin arttığı ölçüde bir suni asalet elde edilir. Bu sosyal gruplar memleket, etnik köken, mezhep, din, takım, ideoloji parti vb. şeylerdir. Bu gibi şeylere asalak olarak yaşamak ön yargıları perçinleyen bir durumdur. Değerli hissedebilmek adına biz ve öteki denklemi kurulduğu takdirde benzerler arasındaki benzerlik, benzemezler arasındaki benzemezlik artacaktır ve insanlar birkaç çok keskin rengi oluşturan pigmentler haline gelecektir. Bu durum uzlaşmanın önünde bir engel teşkil ettiği gibi insanın kerameti kendinden menkul birisi olmasının ötesin geçememesine neden olacaktır. Zaten mensup olduğu sosyal grup neticesinde üstünlüğe, erdeme, iyiliğe sahip olan biri neden ötekini anlasın, neden kendini geliştirme ihtiyacı hissetsin ki? Öteki ile ne kadar uzak ve ötekine ne kadar düşman olursa o denli asil olacaktır.

Bir topluluğa karşı duyulacak türde ön yargı için öteki kavramı şarttır. Öteki kavramı da uzak öteki ve yakın öteki diye ikiye ayrılır. Uzaktaki ötekilere ön yargı duyulsa bile bu çok mühim değildir çünkü uzaktadır ve uzaktır. Uzaktaki öteki bilinmez, haber alınmaz, uzak öteki ile yaşanılmaz. Evet bir kalıp yargı illaki oluşacaktır fakat bu iki ötekinin ilişkisini şekillendirmez. Asıl mühim olan yakın öteki ile kurulan ilişkilerdir. Yakın ötekilere karşı muazzam bir ayrımcılık gösterilir ve felaketlere dahi gebedir. Yakın öteki bilinir veyahut bilindiği zannedilir. Bazıları doğru bilgiler, bazıları doğru ile temellenen yalan bilgiler ve bütünüyle yalan bilgilerle bir varsayım bütünü elde edilir. Bu varsayımlarla yakın öteki topluluklar arasında düşmanlık başlar. Ülkemizden örnek vermek istemesem de ülkemizden bir örnek ile daha sağlıklı kendimi ifade edeceğimi düşünüyorum. Türk ile Kürt birbirine düşman olabilirken bu iki grubun Uzakdoğu Asyalılara ve Afrikalılara karşı ön yargıları olsa dahi bu insanlarla sorunları yoktur hatta egzotik ve cazip bile bulabilirler. Fenerbahçeliler ile Galatasaraylılar birbirine karşı düşmanlarken ikisinin de Villarrealliler ile bir dertleri yoktur. Sünniler ile Aleviler arasında bir husumet veyahut bir ayrışma vardır. Sünniler için Iğdır'da okunan ezanda 'Eşhedu enne aliyyen veliyullah' büyük bir sorunken ABD'deki zenci bir grubun gospel tarzında ezan okumasında bir beis yoktur sonuçta ikisi de aynı dinin ümmetidir. Gerek Osmanlı'nın kültürel mirasından ötürü gerekse de yaşadığımız bölgeden ötürü Hristiyan ve Yahudilerle hemhal olduğumuz için bu gruplara karşı gizli veyahut açık bir biçimde düşmanlık besleyen bazı insanlarımız aynı öfkeyi Budistlere karşı duymazlar üstelik bu öfkeyi duyan Müslüman için Hristiyanlar ve Yahudiler en azından ehlikitap iken Budistler düpedüz kafirdir. Buradaki çelişkinin en önemli sebebi yakın öteki ve uzak öteki farkıdır.

    Ön yargılar bir davranış biçiminden öte karakterdir, yaşam tarzıdır Takıntılı bir yaşam tarzıdır. Ön yargıların altında birçok sebep yatabilir. Aslında kapsayıcılık açısından ön yargıdan ziyade kalıplaşmış yargılar veyahut kalıplaşmış davranış biçimleri demek daha kapsayıcı olacaktır çünkü ön yargı dendiği takdirde genellikle akıllara olumsuz yargılar gelir. Bu olumsuz yargılar da genellikle ayrımcılık ile iç içedir. En iyi peynir markasın x olması da bir kalıplaşmış yargıdır. Bu, zararsız gibi duran örnek her ne kadar ayrımcı ve ofansif bir mahiyette olmasa da neticede bir kalıplaşmış yargıdır. İşte ön yargıları kalıplaşmış yargılar diye ele alırsak daha doğru ve kapsamlı bir şekilde inceleyip gerçekten anlayabileceğimiz kanaatindeyim. 


En iyi peynir markası x'tir argümanın bazı olası sebepleri şunlar olabilir.

1) 'Kıymetli birinin' tercihidir: Birçok insan statü bakımından kendisinden üstün addettiği kişilere oldukça önem verir. Onlar seçkin ve özel insanlar diye ele alınır. Dedikleri ve yaptıkları kesin doğrular olduğundan dolayı bunlar örnek alınmalıdır ve hatta bu davranışlar onların ismi verilsin verilmesin çeşitli yerlerde savunulmalıdır. Aşağılık kompleksinden kaynaklanan bir kalıp yargıdır.

2) Tutum sahibi olmak: İnsanlar sosyal gruplarda var olabilmek adına önemli veya önemsiz birçok alanda bir unsurun taraftarlığına soyunurlar. 

3) İnsanların aksine marjinal bir seçim yapmak: Siz anlamıyorsunuz ama ben anlıyorum diyebilmek adına çoğunluğun aksine şeyleri savunmaktır.


    Ön yargıların insan yaşamında ne denli önemli bir role sahip olduğunun herkes farkındadır. Toplumdaki tabular büyük ön yargılara dönüşür ve ön yargılar, başka yargıların kabul edilmesi adına suistimal edilir. Bunun en büyük örnekleri siyasette olsa da bu insanoğlunun her yanını kaplamış bayağı bir manipülasyon yöntemidir. Tartışma kültüründen bihaber olanlar bu yönteme sıklıkla başvurmaktalardır. Örneğin otomatik araba kullanan erkekler ibnedir söylemi gibi. Eşcinselliğin tabulaşıp lanetlendiği bir toplumda eşcinselliğin pejoratif manada kullanılması kaçınılmaz olması bir yana dursun bir hakaret söylemi olarak öne sürülüp sığ argümanların temellendirilmesi adına kullanılması oldukça yaygındır. Bu en masumane örneğidir, işin özünü anlatabildiğimi umarak daha da uzatmamak adına dallandırıp budaklandırmayacağım. 



Peki insanlar ön yargılardan, kalıp yargılardan, nasıl kurtulacak? Öncelikle ön yargıların işlevi nedir, neye yarar, hakikaten kurtulmak mı gerekir, kurtulmak gerekirse ne ölçüde kurtulmak gerekir bunları anlayabilmek gerekir. Zaten yazının buraya kadarki kısmında bunlar yeterince değindiğime inanıyorum. Ön yargılardan kurtulabilmek adına ön yargıların nedenleri konusunda aşama aşama gitmek gerekir. Ön yargıların ilk işlevi kendini koruma iç güdüsüdür. Modern zamanlarda vahşi doğanın tehlikeleriyle karşılaşamayacağımıza göre mevzubahis tehlike unsuru insanlar olacaktır. Adaleti tesis etmiş ve bu konuda vatandaşının güvenini kazanmış bir devlette vatandaşların, ötekilere karşı en azından güvenlik nedenli ön yargıları azalacaktır.

Şehirlileşen insanlar yakın ötekine temas edip hemhal olacaktır. Ayrıca büyük şehirlerde, mensup olduğu sosyal grubun o kadar da iyi, ahlaklı ve birçok konuda mahir olduğuna dayanan inancı sarsılacak. Ötekinin de kötü, ahlaksız ve kifayetsiz olduğu inancını yavaş yavaş terk edecektir. Ayrıca gelişen teknoloji ile beraber bireyselleşerek bu tarz meseleleri pek de umursamayacaktır. Tabii ayrımcılığın olup olmamasında refah çok önemli bir rol oynamaktadır. Refah da doğrudan siyasi tercihler ile şekilleneceği için bu konuya dalmayacağım. 

Dünya her ne kadar muhafazakarlaşıp izolasyonist bir trende girse de bu bana kalırsa gelenekselciliğin ölmeden önceki son çırpınışlarıdır. Sosyal güvenlik, adalet ve refahın olduğu bir toplumda, ki bu da ancak tabuların yıkılmasıyla mümkündür, insanlar yadırganmamak için kendi kültürlerinin olumsuz yönlerini saklar ve hatta reddeder. Geriye ancak kültürlerin olumlu ve toplumun her kesiminden kabul görebilecek yanları kalır. Şehirlileşmek dejenere olmak değil, güruhtan toplum olmak, insan olmaktır. Dejenere olanlar tabii ki vardır fakat bu gruplar kendi sosyal grubundan utanıp sıyrılmayı bir etki tepki süreciyle gerçekleştiren lümpenlerdir.

İnsan yalnız kalamadan da insan olamaz. Ancak istenilen, kabul gören insan olur. Bu yalnızlık dağlarda, kırlarda değil bizzat kalabalık şehirlerdedir. Köyde, küçük şehirlerde hep göz önünde olurken metropollerin kalabalığında kimse sizi tanımaz ve umursamaz. Kalabalıklarda kaybolabilen kişi modern insandır. Mahalle baskısıyla hareket etmeme özgürlüğüne sahip kişi modern insandır. Büyüklerimizin bahsettiği eski mahalleler, köyler, kültürümüz yalnızca olumlu yanlarıyla anılırken asıl önemli kısmı olan olumsuz yanları hep atlanır.

Tabulardan sıyrılıp sisteme hizmet etmeyen bir toplum ön yargılardan arınır. Bireyselliği tadar. Varoluş kurgusunu sosyal gruplarla değil bizatihi kendisiyle inşa eder. Asalet diye bir kavramın olmadığını anlar, asalet varsa da bunu sosyal gruplarda aramaz. Bunu ideal bir devlet eğitimle sağlayabilir. Gençlerin kendilerini sanat, spor ve bilimde bulmasıyla sağlayabilir. Oysaki devletin eğitimdeki amacı bu değildir. 

Bu çözüm önerileri kısmı çok uzun sürecek gibi duruyor ki zaten halihazırda uzun da bir yazı oldu. Okuduğunuz için teşekkürler.

5 Mart 2025 Çarşamba

İnsan Beyni Bir Kıyaslama Makinesidir

    İnsanları 'insan' yapan en önemli şey insan beyninin türlü işlevleridir. Birçok veriyi aynı anda şaşırtıcı bir hızla işleyen insan beyninin bana kalırsa en önemli işlevi kıyaslama maharetidir. Bu kıyaslama kapasitesi öylesine üst düzeydir ki her bir insanın hayatına daimi olarak yön verirken sosyal ilişkilerin kurulmasında başat etkendir. Sosyal ilişkiler; insanı vahşi yalnızlıktan alıkoyar. İnsanların kompleks ilişkiler ve sistematik örüntüler kurmasının olmazsa olmazıdır.

    İnsan beyninin veri işleme ve kıyaslama becerisini basit bir örnekle açıklayayım. Ahmet karşısında duran kapıyı açıp bir odaya girdi. Odanın, dışarıya göre sıcaklığını; Odanın tasarımını, eşyaların tarzını ve konumlarını; içeride bulunan insanların fiziksel özelliklerini, jest ve mimiklerini, giyim tarzlarını, ses tonlarını ve birbirlerine karşı tavırlarını çok kısa bir sürede algılayıp tüm bu verilerin ışığında ön yargılara dayanan bir analiz yaptı. Ahmet bu ortamda nasıl davranacağı konusunda, zaten halihazırda zihninin bir köşesinde sürekli taşıdığı benlik şemasıyla- yani kendini nasıl algılıyor ve kabul ediyorsa, kendine dair yargıları nelerse- kıyaslayıp kendine bir kılavuz oluşturur.
Bu kıyaslama mekanizması gerçek tehlike kaynakları ve risklere karşı hayatta kalmamızı sağlamaktadır. Bu gerçek tehlikeler; hava durumuna karşı giyeceğimiz kıyafetler, sarp geçitlerde atacağımız adımlar, savaş halinde çeşitli hamleler, avlanırken bir hedefe ne şiddetle güç kullanacağımız, bir yol ayrımında hangi yolu seçmemiz gibi daha somut şeylerdir.
Fakat modern dünyada kıyaslama mekanizması somut olgulardan ziyade soyut olgular düzleminde insanların hayatını şekillendirmektedir. İnsanlar bazen içinden geldiği gibi bazen de olmak istedikleri kişi gibi davranırlar. İçinden geldiği gibi davranmak kaçınılmazdır. Olmak istenilen kişi gibi davranmak ise diğer insanlardan nasıl muamele görmek istenmesine göre değişmektedir. Kimileri daha baskın algılanıp söz sahibi olmak isterken kimileri belirli özellikler ile ön plana çıkıp öyle algılanarak bir sosyal kimlik inşasının peşine düşerler. Yani insanlar zaten kendi kişiliklerinde bulunan özellikleri parlatıp abartarak daha da ön plana çıkarma yoluyla istedikleri doğrultuda bir insan olarak kabul edilmenin devamlı arzusu ve çabasıyla yaşarlar. 
Bu doğrultuda insanlar, bazen kendi kendilerinin karikatürü durumuna düşebilirler. Öncesinde, bir sosyal kimlik inşa edip insanlara kendini kabul ettirme hevesiyle çıktıkları bu yolda, kazandıkları sosyal kimlik ile çelişip diğer insanlar tarafından yadırganmamak için oluşturdukları sosyal kimliklerini mecburen muhafaza etme durumunda olabilirler. Yani birçok insan bazen sırf yadırganmamak için 'kendisini' taklit etmektedir. Bir ömür boyu oluşturulan bu sosyal kimlik ile çelişen davranışlar diğer insanlarca hemen algılanır ve yeni ön yargılara sebep olur. İnsanlar oluşturduğu sosyal kimlikler ile, diğerlerine bilinçli olarak seçtiği kendine yönelik yargıları dayatırlar. Yepyeni ve kestiremediği ön yargılardan kaçınmak için bir ömür boyu oluşturduğu sosyal kimlik spektrumundan sapmamaya gayret ederler.
    
    İnsanoğlu diğerleriyle kuracağı ilişkileri genellikle onlara göre şekillendirir. Diğer insanların giysilerini, konuşma tarzlarını, maddi durumlarını, yaşlarını, eğitim durumlarını, bilgi düzeylerini, öz güvenlerini, öz saygılarını, davranışlarını vb. etkenleri hızlıca değerlendirir. Ardından bunca etkenin davranışlara yansımasını analiz eder. Karşısındakilerin davranışlarının samimiyeti, ölçüsü ve temel motivasyonu konusunda, doğru ya da yanlış, hüküm verir. Son olarak kendisiyle kıyaslayarak kendisine bir yol haritası çizer.
Başka ortamlara yönelik bambaşka yol haritalarına persona diyebiliriz. İnsanoğlunun sosyal kimliği esnektir. Sosyal yaşam ve modern dünyanın dinamikleri bunu zorunlu kılmıştır. Medeniyet ancak bu esnekliğin dayanıklı ve uzlaşmacı zemini üzerinde var olabilir. Fakat bu sosyal kimlikler insana zarar da verebilir. İnşa edilen sosyal kimlik kişinin özünden ne kadar uzak olursa, insan o kadar kendine yabancılaşır. Hayatı kendi için değil başkaları için yaşamaya başlar. Bu başkaları da modern dünyada birçok farklı sosyal grup ve ortamlar dahilinde olabileceğinden dolayı, kişi girdiği her ortamda başka bir 'kendisini' oynamak zorunda kalır. Bu da kimlik karmaşası ve kişinin sersemleşmesine yol açabilir. Ayrıca bu kadar fazla ve her biri gerçeğinden bu denli uzak sosyal kimlikler, kişinin farklı sosyal ortamları paylaştığı diğer insanlara karşı güven kaybına sebep olabilir, iki yüzlü ve konulduğu kabın şeklini alan birisi olarak algılanmasına sebep olabilir.
 
    İnsan beyninin en büyük mahareti olan bu kıyaslama mahareti, süreki bir kategorizasyon ile sonuçlanmıştır. Bu aslında bir çeşit savunma mekanizması olup hayatta kalabilmek ve 'doğru' hamleler yapabilmek adına kolaycı bir güdüdür. İnsan, kendisi için kesin hükümler ortaya koyamazken başkaları için kesin yargılar koymaktan imtina etmez. Yargının kesinliği hakimiyet ile ters orantılıdır. Bu kategorizasyon güdüsünün sonucu olarak sosyal ilişkiler kaotik olmak yerine düzenli bir zemine oturmuş ve adına 'medeniyet' dediğimiz süreç mümkün olmuştur. İnsanoğlu diğerlerini eğitim, tavır, dış görünüş, maddi durum, hitabet vb. tüm durumlarla değerlendirip karşısındakini bir kalıba sokarak ona göre davranmıştır. Tüm bu kalıba sokma süreci aslında yalnızca 'güç tayin etmek' maksatlıdır. İnsanoğlu karşısındakilerin 'gücünü' bilip bu doğrultuda ilişkilerini düzenlemek istemektedir. İnsanoğlu için kendisinden çok daha güçlü biriyle karşı karşıya kalmak, gücünü kestiremediği biriyle temasta bulunmaktan evladır. Tüm bu kategorizasyon süreci, maalesef, statü mevhumunun varoluş sebebi ve statü olgusunun garantörüdür. İnsanoğlu güç olgusunun kıyaslamasına göre ilişkilerini şekillendirir. Güç olgusu zamana ve ortama göre değişmektedir. 

    İster topluluklar arası olsun ister kişiler bazında olsun her ilişkide bir güçlü - güçsüz ikiliği vardır. Modern dünyada bu, konuşulmadan uzlaşılmış bir sözleşmedir. Hiçbir ilişkide güçler eşit değildir. Güç dengesinin değişmesi her zaman çatışmalara sebep olmuştur. Güç makası ne kadar açıksa ilişki o kadar çatışmasızdır. Güçlü birinin kendisiyle muhatap olması, ilişkide olması bir lütuf olarak algılanır.  Birbirine yakın güçlere sahip kişiler veya gruplar sürekli çatışma halindedir. Bu çatışmalar en alçakça olanlarıdır. Bu çatışmaların mantıklı ve uzlaşmacı biçimde yönetilmesi daha insani olduğu gibi daha faydalıdır. Fakat ne var ki insanoğlu, ortada ulaşabileceği bir güç var ise, karşısındakinden üstün olmak uğruna akıl almaz düzeyde acımasız olabilir. Hele bu güç mücadelesi bireysel değil toplumsal boyuttaysa işler daha da rezilleşir. Güce sahip olmak isteyen bir topluluğun, sosyal aidiyet olgusuna bürüyerek yapamayacağı şey yoktur. Üstelik bu güç istenci artık 'ulviyet' kazanmıştır. Bu, kişinin kendisi için değil, ait olduğu grubun çıkarı içindir.
Orta direk olarak nitelendirilen sosyal grup kendi içinde en çatışmalı gruptur. Sürekli statü atlama çabası içindedirler. Kendi sınıflarından tanıdıkları biri statü atlamaya çalışırsa, bu duruma çok derin bir nefret duyarlar. Fakat statü atlama faaliyeti 'gerçekleşirse' nefret imrenmeye, çatışmalar uzlaşmaya döner ve hayranlık ile sonuçlanır.
Sınıf mücadelesinin çetin olduğu, yozlaşmış toplumlarda entelektüel birikim küçümsenirken zenginlik kutsanır. Çünkü sınıf mücadelesinin özü güçtür. Günümüzde gücün kaynağı ise paradır. Bu mücadelede birçok kişi bir gün, her nasıl olacaksa, zengin olacağını umarlar. Fakat entelektüel birikim veyahut tahsil ancak gerçek bir çaba ile mümkün olabilir, herkes bunun farkındadır. Bu uğurda herhangi bir çaba sarf etmeyenler, zengin olacaklarını umduklarından entelektüel birikimi beyhude bir süreç olarak nitelendirirler. Ve itiraf edemeseler de içten içe zengin olamayacaklarını bildiklerinden kendi kendine oluşturabilecekleri kültürel zenginliğe ulaşamadıkları için bu insanlarıbir savunma mekanizmasıyla küçümserler.
    Peki sizce statüsüz bir toplum mümkün müdür?
    

20 Şubat 2025 Perşembe

Duygular üzerine

 Bu yazıda duygulara, duyguların insan üzerindeki yansımalarına, bu yansımaların sosyal yaşama etkilerine, ahlaki normları oluşturmasına ve duyguların işlevlerine değineceğim. Akademik veyahut bilimsel metodolojiyi umursamadan naçizane yorumlayacağım.

    Duygular insanı insan yapar. Bunu derken insani olana dair klasik anlamdaki şeyleri kastetmenin yanında düşünsel altyapıyı, sanatı, toplumları yani kısaca 'medeniyeti' de kastediyorum. Duygular kimilerince insanları zafiyete sürükleyen, insanların yanlış ve mantıksız kararlar almasına sebep olan olgular olarak değerlendiriliyor. Üstünkörü ele alındığında haksız da sayılmazlar. Çoğu zaman insanlar duygularının esiri olarak ayıp, günah ve kötü vb. yargılar sebebiyle kendileri için en yararlı şeyi yapmaktan geri duruyorlar. Bunun yerine saf çıkarcılıkla hareket edilse daha avantajlı bir konum elde edilebilir. Bu çıkarcılığın, her zaman diğer insanların suistimaline dayanacak düzeyde kötücül olmasına da gerek yoktur. Fakat eğer ki sürekli çıkarlarımıza yönelen bir canlı olsaydık, insanoğlu bugünlere gelemez, gelseydi de bugünkü medeniyet düzeyine kesinlikle erişemezdi. 

En başından beri iş birliğine olan mecburiyetimiz sosyal yaşamı da doğurmuştur. Sosyal yaşamın dinamikleri ise duygularımız ve empati becerimiz ile şekillenmiştir, duygularımız ve empati becerimiz de sosyal yaşamın dinamiklerine göre şekillenmiştir. Başka bir yolu da yoktur. Bu ahlakla iç içe bir durumdur, bu konuyu zaten daha önce yazmıştım. İnsanların görünürde 'mantıksız' olan, duygusal düzlemdeki kararları kısa vadede anlamlı yararlar sağlamıyor olabilir fakat uzun vadede çok büyük yararlar sağlar. İnsanlar toplumdaki güvenilirliğini bu sayede inşa edip iş birliğinden aforoz edilmez ve 'insani kabullere' uyduğu için yardıma ihtiyaç duyduğu anlarda diğerlerinin yardımından istifade edebilir. Tüm bu sebeplerle duyguları göz ardı etmemek, insanı uzun vadede mantıklı ve stabil bir yola sokmaktadır.

İnsanlar mantıksız olmasına rağmen duygularının etkisiyle verdikleri kararlarının sonuçlarını, acısıyla tatlısıyla dolu dolu bir hikayelerinin ve anlamlı bir hayata sahip olduklarının inancıyla mantığa bürümüşlerdir. Ayrıca bu duygusal taraflarının, kendilerinin özel ve nihayetinde 'iyi' yapan olgular bütünü olarak ele alıp 'faydalı olmasına rağmen duygularına boyun eğerek uygulayamadıkları eylemleri' bu inançlarla tazmin etmişlerdir. 

Yani insanlar faydalı ama etik olmayan durumlar karşısında üç temel yöntem geliştirmişlerdir. Bu yöntemler kişiden kişiye göre değişebileceği gibi şartlardan şartlara göre de değişebilmektedir. İlk olarak o eylemi yapmak. Sonuçta insan gerçekten kardadır ve bir tatmin duyar. İkinci olarak yapmamak. Gerçek bir kar olmamasına karşın ortada vicdani olarak bir kar vardır. Üçüncü olarak, yapıp da pişmanlık duymak. Bir eylemi yapma cazibesine kapılıp kar elde edilir fakat olayın sonrasında vicdani olarak bir zedelenme yaşanır. Bu, ahlaki doğru ile 'o anki doğrunun' arasında kalmaktan kaynaklanır. Pişmanlıklar yüksek duygulardan kabul edilir ama son derece bencilcedir. Çünkü ortada ahlaka uygun olmamasına rağmen yapılan bir eylem vardır. Bunun da ötesinde duygusal bir kar da vardır. Durumdan faydalanılmış, ardından pişmanlık ve vicdani hislerin ulviliğinden de faydalanılmıştır. Pişmanlık, doğru olanı yapmanın hafifliği gibi olumlu bir duygu olmamasına karşın aslında doğruyu ve yanlışı ayırt edebilen iyi bir insan olmanın inancından kaynaklanır. Yani kişi, o an faydasını düşünüp bencilce bir karar vermiştir fakat aslında iyi bir insandır, bir anlık zafiyete düştüğü istisnai bir durumla karşılaştığı inancındadır. Tüm bu pişmanlıklar benlik sermayesini müthiş güçlendirerek insanın anlatısını besleyen, hayatı daha da anlamlı kılan duygulardır.

    Yani günümüzün şartlarıyla düşünüldüğü zaman duygularımız bizi daha 'başarılı' varlıklar olmaktan alıkoyan olgular olarak ele alınabilir. Fakat duygular olmasaydı iş birliği, toplumsal düzen, teknolojik gelişmeler ve medeniyet mümkün olamayacaktı. Yalnızca mantık veya yalnızca duygularla hareket etsek bugünlere gelemeyecektik. Mantığımızla duygularımızı çok iyi bir araya getirip zenginleştirdiğimiz için bu durumdayız.

    


    Duygularımız, insanların üzerine epey eğildiği bir olgu olmasına karşın genellikle işlevlerinden ziyade romantize edilerek destansı mitler ve şairane ifadelerle ele alınan olgulardır. Hatta bu öyle bir hal almıştır ki hayatını anlamlı ve oldukça özel olarak yaşadığına inanan ve 'değerli' olan her ne ise ona yönelme gayretindeki insanoğlu, duyguları da en yüksek haliyle yaşadığına kendini inandırmak istemiştir, buna ikna da olmuştur. Bana kalırsa insan beyninin en önemli görevi, var olan durumları son derece hızlı ve oldukça doğru bir şekilde değerlendirip kıyaslayabilmesidir, yani insan beyni bir kıyaslama makinesidir. Bu kıyaslamalara somut veriler dahil olduğu gibi soyut kavramlar da dahildir. Zaten bizi insan yapan en önemli şey de soyut şeyleri anlamlandırabilme yeteneğimizdir. Bu bakış açısıyla meseleyi ele almam gerekirse insanların, duyguları da kendi içinde kategorize ettiğini söyleyebilirim. iyi ve kötü, olumlu ve olumsuz, beklendik ve beklenmedik, yüksek ve banal... İnsan banal duygularıyla hayatta kalır, yüksek duygularıyla var olur. Yüksek duyguları en iyi karşılayan duygular aşk, acı ve merhamettir.. Aşk tıpkı ışık gibi diğer tüm duyguların karışımı ile oluşan yüksek bir duygudur. İnsan, aşkını oldukça özel ve biricik olarak düşünür. Acı, var olan duruma karşısında içsel olarak ortaya çıkan bir duygu olmakla birlikte hissettirdikleri yoğundur. Merhamet ise dışsal bir duygudur. Bir mesele insanın kendisini ilgilendirmese dahi içinde bir şeyler duymasıdır. Merhamet hissi aşk ve acı kadar yoğun olmasa da altruizm sebebiyle yüksek hislerdendir. 

    İnsanlar duygularını kendine has bir durum olarak varsayar. Duyguların yoğunluğunu ve şiddetini olduğundan daha fazla tasavvur eder, buna kendini inandırmaya çalışır. Bu duyguların ne olduğu önemli değildir, önemli olan hissedebilmek ve hissettiklerinin de ötesinde bir duyguduruma girerek bir anlatı yaratabilmektir. İnsan bu 'öykü'lerle beraber insan olduğunu hisseder. Özel ve biricik olduğunu kendi kendine ispatlar. Kimi zaman hoş kimi zaman tatsız yönleriyle dolu dolu, yaşanmaya değer ve her rengi barındıran bir yaşam sürdüğü yönündeki hislerini pekiştirmek ister. 

Acılara tutunmak gibi kulağa arabesk gelen beylik sözlerin altında derin anlamlar vardır. Anlamlardan kastım ulvi hislerden ziyade apaçık bir gerçekliktir. İnsanın yaşadığı her şey ama her şey bir benlik sermayesidir. Bu hususta 'şanssız' olduğunu düşünenler, öykülerini acıları üzerinden kurgularlar. Bu acılar çoğunlukla fiziksel değil manevi acılardır. Bu yöntemi düstur edinmiş insanlar, neredeyse sadece acılarıyla var olabilir konumuna, kendi kendilerine gelmişlerdir. Üstelik bu durum kendini daima besleyen bir süreçtir, anlatısını acılar üzerine şekillendiren insanlar mutlu olsa dahi bunu kabullenmez veya yeterli bulamaz. Çünkü artık bu insanların asıl hikayeleri acılar üzerinedir. Ayrıca bu insanlar kendilerini mutluluğa odaklanmış ve mutluluğun peşinde sanabilirler fakat genellikle durum tersidir. Gerçek mutluluğun ne olduğunu düşünmemişlerdir, sadece bu konuda belli ön kabulleri vardır. Aslında bu acı ile iç içe durumlarından da büyük bir haz alırlar ve toparlanma ihtiyacını hissedemezler. En ufak bir zorluğu dahi anlatılarını besleyen bir etken olarak ele alıp asla unutmazlar. Diğer her anlatı gibi acılar üzerine kurulan anlatılar da abartılıdır. Abartılmalıdır çünkü daha güçlü bir hikaye olmalıdır, daha güçlü bir hikaye olmalıdır çünkü daha anlamlı ve biricik bir yaşam olmalıdır.

Hele ki aşk ve acı iç içeyse, yani ortada bir aşk acısı varsa bu durum daha da 'özeldir'. Çünkü iki yüksek duygunun yoğun etkisi insanı bilinçli bir sarhoşluğa sürükler. Bu durumdaki her bir insan en büyük aşkın kendisinde olduğunu, aşkın ıstırabıyla en çok kendisinin karşılaşıp mücadele ettiği kanısındadır. Bu aşk acısı insanın anlatısını, yaşam öyküsünü muazzam biçimde kuvvetlendirecek bir olgudur. Güya süründükleri, yer yer gülünç duruma düştükleri ve oldukça özel buldukları aşklarının acısından diğer insanlara bahsetmekten imtina etmezler hatta bir yolunu bulup da bunu anlatmanın fırsatını kollarlar. Anlatırlarken ise jestlerle, mimiklerle, tonlamalarla ve abartılı cümlelerle süslerler. Bunu anlatırlarken tuhaf bir haz duyarlar, bu haz epey karmaşıktır. Anlatılmaya değer bir öyküye sahip olduğuna inanma ve inandırma, insanlara kendini dinlettirme, teatral bir yöntemle tek kişilik bir gösteri yapabilme, karşısındakini hayrete düşürme arzusu ve daha fazlasının toplamıyla oluşan, bol bol övünce dayanan bir haz. 

    Duygular modern dünyanın dayattığı sistemde bu hale gelmiştir. Modern dünyada her insan biricik olduğu gibi her insanın duyguları da biriciktir. Her bir insan yaşadıklarının oldukça özel, kendine özgü ve yer yer istisnai durumlar olduğunu düşünür. Modern insan yaşadıkları ve hissettiklerinin bu kadar özel olmasına rağmen bunları diğerleriyle paylaşmaktan asla çekinmez. 'Diğerleri' yalnızca yakın çevre ile sınırlı değildir, teknolojinin gelişimiyle birlikte dünyanın diğer ucundaki insanlarla bile bağlantı kurabilmek mümkün hale gelmiştir. Modern dünyanın paradigmalarına göre insan, başkaları tarafından algılandıkça var olabilir. Beğenilme kaygısı bu uğurda çok önemlidir fakat algılanmak sadece beğenilmekle sınırlı değildir. Bilinçli olarak beğenilmemeye, kabul edilmemeye uğraşmak da yadırganarak kabul edilmeyi getirir, bu da diğerlerince algılanmayı doğurur. Modern dünyanın belli ritüelleri ve normları vardır. İnsan, bunlara uyarak yadırganmaktan kaçınır ve 'bir yere' ait olabilir. Kapitalizm, başlıca seçenekler sunmayı yöntem edinmiş bir sistem olduğundan dolayı, insan bile isteye mikro marjinalliklere saparak bunlarla özel ve biricik olduğunu hisseder ve buna kendini inandırır. Sonuç olarak insanlar belirli kalıplarda kalarak konfor alanı ve aidiyet bulur yani hayatta kalır; belli, bazen de zoraki, mikro marjinalliklerle özel ve biricik olur, yani var olabilir.

Bu algılanma arzusu maddi imkanları ve yaşanılan deneyimleri kapsadığı gibi duyguları da kapsamaktadır. İnsanlar hiç çekinmeden, isteyerek ve hatta buna mecbur hissederek benlik sermayesi olarak isimlendirdiğim duygularını, düşüncelerini, deneyimlerini, arzularını, hayat hikayelerini, kendini kendi yapan her şeyi, bu uğurda kullanmaya hazırdır.

Kapitalist sistem, daimi algılanma isteğini doğurmuş ve bunu gitgide daha da perçinlemiştir. Bunun doğal sonucu olarak insanlar finansal, akademik vb. konuların yanında algılanma üzerine de sürekli olarak bir rekabet halindedir. İnsanların bu paradigmadan kopmamak için sürekli uğraş halinde olması gerekmektedir. Artık önemli olan duygular ve hislerden ziyade tüm bunları deneyimlediğini karşı tarafa ispatlama çabasıdır. Bunlarla beraber gerçek hisler, samimi ve sahici duygular önemsizleşmiş, insanlar kendilerine yabancılaşmıştır. İnsanlar yabancılaşmanın farkında olsun veya olmasın içten gelen derin bir huzursuzlukla mutlaka karşılaşmıştır. Bu huzursuzluğu, kapitalist sistemin rekabeti örtmüş ve hatta insanın üstünlük hazlarını beslemesiyle doyurmaya çalışmıştır. Fakat insanlar yine de duygularına muhtaçtır ve duygularını duyumsayamadıkları için şiddetli duygular yaşadığına inanmaya kendilerini şartlamışlardır. Duygularını yoğun yaşadığına inanmak zorunda olan modern insan, kapitalist sistemin neden olduğu benlik sermayesini paylaşma icadıyla bu yola girmiş ve elinde kendine dair çok bir şey kalmadığı için tüm bu zoraki kurguladığı benlik sermayesini paylaşmaya mecbur hale gelmiştir. Yani kapitalizmin getirdiği durum önceleri insanlara hizmet eder veya öyle görünürken şimdi insanlar bu duruma zorunlu oldukları inancıyla kapitalizme hizmet etmeye başlamışlardır. Zoraki yüksek duygular yaşama çabası ve buna inanma hali insanları yaşayan ölülere çevirmiştir. Farkında olunmayan daimi bir huzursuzluk ve her an kısa ve şiddetli hazlarla mutluluğa ulaşmaya bağımlı varlıklar haline gelmişlerdir. Huzur kavramı, daha uzun ve durağan bir ruh haliyken mutluluk daha kısa ve çalkantılarla beslenen bir ruh halidir. Bir insan huzursuzken de mutlu olabilir fakat hep bir burukluk hissedecektir.

Bazı insanlar bu daimi huzursuzluklarının sebebini doyurulmamış manevi hisler olabileceğini düşünmüştür. Belki haklı da olabilirler. Fakat ben sebebin, en azından tamamen, bu olduğunu düşünmüyorum. Modern insan manevi boşluğunu doldurmak adına birtakım 'yüksek' hislere yönelme eğilimindedir. Günümüzde envai çeşit sivil toplum kuruluşunun ve meditasyonun revaçta olması bu sebepledir. Fakat ne yazık ki bu faaliyetler de maksadından sapmış durumdadır. Tüm bunlar asıl olarak samimi hisler yaşama, anda kalma, uzun veya kısa inzivalara çekilmeler odaklı değildir. Bir cemiyete dahil olma, marjinal eğilimlere sahip olma maksatlıdır. Tüm bu rafine eylemlerle yine 'algılanma' dürtüsünün tuzağına düşülmüştür. Buna rağmen bu eylemlerin insanın manevi yönüne dokunduğu da bir gerçektir.

    Modern dünyanın doğurduğu 'Business' hayatı ve beyaz yaka normları 'duygularının esiri' olunmaması gerektiği söylemini motto bellemekle kalmayıp adeta yaşam tarzı haline getirmiştir. Modern insan duygularının esiri olmamaya oldukça dikkat ederken 'duygulanımın' esiri olmuş, olduruluvermiştir. Zamanın ruhu artık tek bir alanda ustalıktan ziyade birçok alanda ortalama düzeyde bilgi ve beceri sahibi olabilmeyi emrediyor. Teknolojinin hızlandıkça insanlar da hızlanmıştır. Aynı anda birden fazla şeyle meşgul olmak modern insanın çocukluktan beri normali haline gelmiştir. Kapitalist sistemin insanları sürekli tüketmeye yönlendirdiği malum. Modern insanın elle tutulur ürünleri ve hizmetleri ne kadar hızlı tükettiğine değinmeyeceğim. Modern insan sadece ürünleri değil deneyimlerini, hislerini ve duygularını da çok hızlı tüketiyor. Hatta duygularını, hislerini, deneyimlerini yani kendisini kendi yapan şeyleri, ürünlerden daha hızlı tükettiğinden dolayı tam anlamıyla bir tüketim canavarı olabiliyor.

    İnsanları robotlardan ayıran olgular duygularıdır. Kapitalizm, duyguları yaşanılacak olgulardan ziyade gösterilmesi gereken durumlar haline getirmiştir. Ayrıca kolay olan ne ise onlara yönelme eğilimde olan insanoğlu yadırganmama, rekabet edebilme vb. saiklerle modern dünyanın dayattığı duygulara mecbur olduğunu hissedip bu duyguları yaşıyor gibi yapmıştır. Sahte duygularla çevrelenen modern insanın robottan farkı kalmamıştır. Kapitalizm modern insana bu sebeple bu kadar hükmedebilmiştir. Kapitalizm duyguları yaşanacak değil gösterilecek olgular haline getirerek insanları duygularına, yani kendilerine yabancılaştırarak robotlaştırmış; insanların duygularını, hislerini ve arzularını manipüle ederek, kontrol ederek ve hatta en baştan yaratarak onları mankurtlaştırmıştır. Kapitalizmin en büyük marifetlerinden biri de budur.



    Sözün özü; bunca yaygara ve ispat çabalarına rağmen modern insan, zannettiği kadar özel ve biricik olmamakla birlikte tüm duygularını ve hissettiklerini an be an başkasına göstermeye uğraşsa da aslında 'gerçek' bir duygu yaşayamıyor. O zaman, günlük hayattaki bu kadar iniş çıkışlar karşısındaki tepkiler nedir, duygu değil midir? O kadar duygu 'eşşek'te de olur. Modern insan gerçek anlamda duygu yaşayamamasına rağmen duygulanım müptezeli haline gelmiştir.

29 Temmuz 2024 Pazartesi

Biz İsrail'e Girecekken Filistinliler Bize Girmesin

 28 Temmuz 2024 tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, Libya'ya nasıl girdiysek İsrail'e de öyle gireriz dedi. Yaklaşık bir yıldır tekrar alevlenen İsrail - Filistin meselesi üzerine Recep Bey'in açıklamaları ve tavrı karşısında birçok gazeteci Türkiye ile İsrail'in ticari ilişkilerinin son sürat devam etmesinin üzerinde uzun uzun durmuştu, bence son derece haklılar. Kolalar dökülüp hamburgercilerin, kafelerin basılmasında hiçbir yarar olmadığı gibi seküler hayat tarzını benimsemiş vatandaşlara müthiş bir baskı ve şiddet ortamı ile yaşam tarzına müdahaleden başka hiçbir şey yapılmıyor. Yani fırsat bu fırsat İsrail düşmanlığı kisvesi altında ne cüretle olduğu anlaşılamayacak düzeyde kötücül bir yobazlık pompalanıyor. Bunlara zaten birçok kişi değinmişken benim de bunların üstünde durmam çok da bir anlam ifade etmeyecek.

    Diğer devletlerden çöp ithal eden Türkiye, bazı devletlerin çöp olarak gördüğü insanları ithal etmekten de geri kalmıyor. Yanlış anlamayın ben kimseye çöp demiyorum ama birçok ülke egemen etnisite, din ve mezhepten ayrı olan vatandaşlarını zararlı olarak görüp çöp muamelesi yapıyor. Gerek Suriye'de gerekse de Afganistan'da mevcut rejimler tarafından makbul bulunmayan birçok insan akın akın Türkiye'ye koşuyor, Türkiye'de bu insanları kontrolsüzce alıyor. Kontrolsüzce alındığından dolayı bu adamların kaydı olmadığı için ülkelerinde ne suç işlemişler, ülkemizde ne suç işlemişler bilemiyoruz. Kayıtlı ve kayıtsız toplam 13 milyon mülteciye ev sahipliği yaptığımız iddiaları ortaya atılıyor.

    Emevi Camii'nde Cuma namazı kılma ülküsüyle Suriye'deki süreçleri nasıl yönettiği ortada olan Recep Bey, bu sefer de İsrail'e gireriz diyor. Girer mi giremez mi ayrı bir konu ama bu açıklamayı seçmenini konsolide etmek için yaptığı açık, zaten İsrail tarafından da yanıt gecikmedi. İster danışıklı dövüş ile İsrail'e girelim, ki danışıklı dövüş olmasına rağmen çok zor bir ihtimal, ister hiç girmeyelim İsrail'in çöp olarak gördüğü Filistinli kardeşlerimiz önünde sonunda bizim yepyeni sığınmacılarımız olacak olmasın?
Yahudi üstün cesaret nişanı aldığı iddia edilen ve açık açık BOP'un eşbaşkanı olduğunu haykıran Recep Bey ensar muhacir adı altında ister misiniz yıllardır çözülemeyen İsrail - Filistin sorununu çözen büyük lider olsun? Zaten 13 milyon sığınmacımız var 2 milyon Gazzeli arada kaynar gider.

26 Haziran 2024 Çarşamba

Sığınmacıların Zafer'i

26 Ağustos 2021 tarihinde Türk siyaseti için küçük, sığınmacılar için büyük bir adım atıldı. Zafer Partisi kuruldu. 10 yılı aşkındır ülkemize akın akın gelen sığınmacılar konusunda Türk halkı zaten tepkili şikayetçiydi fakat hiçbir siyasi oluşum Zafer Partisi tarzında olmamıştı.

   Dönemin CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yıllarca mitinglerde, katıldığı programlarda, attığı tweetlerde belki de yüzlerce kere sığınmacıların gönderilmesi gerektiğini ve iktidara geldikleri takdirde göndereceklerini söylemişti.

    Diğer siyasi oluşumların sığınmacılar konusunda Zafer Partisi tarzında bir tutumda olmaması demek değildir ki Türkiye'de Zafer Partisi haricinde hiçbir parti sığınmacıların gönderilmesini istemesin. Sosyal medyada özellikle 2022 yılında başlayan belki de başlatılan sığınmacıları yalnızca Zafer Partisi gönderecektir söylemi 2023 seçimlerinin kaderini etkiledi.

    İktidarca başlatıldığına inandığım 'AKP ne ise CHP de aynısı propagandası' AKP'ye zaten oy vermeyecek gençlerin en azından CHP'ye oy vermemesi adına yapılmış ve başarıya ulaşmış bir algı operasyonudur. CHP'nin ve genel başkanının yıllarca sığınmacıların gitmesi konusundaki açıklamaları nasıl unutturuldu ve hatta tersine döndürüldü de CHP'nin de tıpkı AKP gibi sığınmacıları gönderme niyetinde olduğu algısı yerleşti sosyolojik olarak incelenmesi gereken bir süreç.

    CHP'lilerin bazıları Zafer Partisi'ni muhalefete muhalefet yöntemi ile CHP'yi yıpratarak seçimi AKP'ye hediye etmekle itham ediyor. Bu tutarsız bir önerme kesinlikle değildir çünkü cehennemin kapılarını kapatacağı mottosuyla yola çıkan Sinan Oğan, seçimin ikinci turunda Recep Bey'den yana olmuştu.

    Peki Zafer Partisi neredeyse bir yıla sığan bu faaliyetlerle sadece seçimi mi hediye etti?

Sığınmacı meselesini ne cüretle olduğu bilinmeksizin üstlenen ve hatta sadece kendilerinin göndereceklerinin iddiasında bulunan bu siyasi oluşum sığınmacıların, belki de sonsuza kadar, ülkemizde kalmasına neden olmadı mı?

    Önce çok düşük oylarına bakmaksızın gönderirsek biz göndeririz iddialarında bulunup sanki CHP göndermeyecek gibi bir hava yarattılar, sonra sığınmacı meselesini sulandırdılar, muhalefete muhalefet ettiler. Seçim dönemi geldiğinde ise Zafer ile özdeşleşmiş Özdağ ne hikmetse kendi aday olmayıp Oğan'ı aday gösterdi. Oğan ise ikinci turda Recep Bey'den taraf oldu.

Sizce sadece seçimi mi hediye etmişler yoksa 'Sığınmacıları sadece biz gönderebiliriz, bizden başka kimse gönderemez!' diye diye sığınmacıların kalmasını sağlayıp üstüne daha da sığınmacı almamıza mı sebep oldular?

15 Mayıs 2024 Çarşamba

REFERANDUM: 40+1 & Mülteciler -1

Aslında bu aralar hiç yazı yazacak havamda değildim fakat acil bir durum oldu, aklıma bir fikir geldi. Yazıyı daha sonra yazarım diye düşündüm, durum acildi, hemen yazmalıydım. Bu acil durum ne mi? Benim belki de en büyük hazzım siyasi olaylar karşısında ben demiştim demek, buraya yazmadığım takdirdeyse bu iddiamı kanıtlayamam, söz uçar yazı kalır. En büyük hazzım olan 'Ben demiştim' demek aynı zamanda beni üzen bir durum. Çünkü dediğim şeyler ülkenin bugünü ve yarınına dair öngörüler. Bu öngörüler ise haliyle AKP'nin politikaları ve hamlelerine dair oluyor, AKP de bana göre hayırlı işlere girişmediğinden dolayı ben demiştim demek bende mayhoş bir hissiyat yaratıyor. Neyse, sözü fazla uzatmayalım.
Buraya referandumun geleceğini, 40+1 sisteminin istendiğini yazmıştım ve ikisi de daha sonrasında konuşulur hale geldi. Fakat 31 Mart seçimleri de gösteriyor ki halkın AKP'ye büyük tepkisi var ve bu sebeple büyük ihtimalle referandumun sonucu AKP'nin aleyhine neticelenecek.
Referandumun bana kalırsa esas sebebi 40+1 sistemine geçiş niyetidir. 16 Nisan 2017 referandumuyla hayatımıza giren 50+1 sistemi, AKP adına 2023 seçiminin en büyük anahtarı olurken eminim ki önümüzdeki seçimin en büyük bariyeri olacaktır. 31 Mart 2024 seçimleri de bunu zaten gösterdi. 40+1 sisteminin gelmesiyle MHP'ye de gerek olmayacaktır. Zaten bunların hepsine daha önce ayrıntılarıyla değinmiştim.
Referandum için yakın zamanda dillendirilen şeyler 1921 Anayasası esasına dayanması, vatandaşlık tanımının değişmesi vb. konulardı. Bunların yetersiz kalacağı da açık. Halkın rızasını, kabulünü ve desteğini alabilmek için vicdanlara basan bir zemin olmalı diye düşündüğümden dolayı idam veya kimyasal hadım vb. şeylerin referandumun başat maddeleri olacağını düşündüm ve yazdım. Fakat bunlar da yetmez, yetemez. Hem bu maddeler Batı ile olan ilişkileri bozacak, büyük sermayedarları daha da itecektir.
AKP'nin oyu %35'lere düşmüşken üstelik 40+1 sistemi dolayısıyla büyük olasılıkla MHP'yi de karşılarına alacaklarken bu referandumun formülü ne olabilir?

MÜLTECİLER
Formül sadece mülteciler olabilir. Kamuoyu desteği ancak ve ancak mültecilerin gönderilmesinin de maddelerden biri olmasıyla mümkün olabilir. İyi de oy alırlar, referandum geçer. 10 yılı aşkın süredir alınan mültecilerin yine AKP eliyle gönderilmesi pek akla yatmıyor değil mi? Üstelik birçoklarına göre mülteciler Batı'nın isteğiyle ülkemize alınmış ve muhtemelen daha da alınacakken hem de.
Mültecilerin tamamının göndereceğini kastetmiyorum. 
Kendisini sevmesem de Ümit Özdağ'ın iddialarına göre ülkemizde 13 milyon mülteci var. Resmi sayılar ise 3 milyon diyor. Pandemi zamanı vaka sayıları ve depremde ölen vatandaş sayısı gibi Suriyeli sayısı da üzerinde spekülasyonların olduğu bir diğer konu. 
O zaman Özdağ'a göre ülkede kayıt dışı 10 milyon sığınmacı varken bu kadar insanın bulaştığı suçlar gerek infial olmasın diye gerekse de zaten kayıt dışı olduklarından dolayı kayıtlara ne kadar geçmiştir? İnanın bilmiyorum.
Referandumdaki mülteciler gönderilsin maddesine öyle bir takla attırılır ki kamuoyu hepsi veya önemli bir çoğunluğu ülkelerine geri dönecekler sanırken çok çok az bir kısmı bu kapsama girebilir. Örneğin sadece adi suçlara bulaşmış olanları diye şerh düşülür, bu da toplumun çoğunluğu tarafından bilinmez. Mültecilerin işledikleri adi suçlar meselesinde; vatandaşlığı olanlarınki ne kadar hukuki kayıtlara geçiliyor, kayıt dışı olanlarınkinin hukuki kayıtları nasıl yapılıyor bilmiyorum, sizlere soruyorum. 

Ve bu öyle bir referandum olacak ki belki de direkt olarak daha çok göçmenlerin ülkemize alınmasını sağlayacak. Direkt olmasa da dolaylı olarak buna neden olabileceği açık. 40+1 de bu referandumla geçerse AKP önümüzdeki seçimleri de kazanabilir ve mülteci alma konusundaki hevesli tutumlarından dolayı, referandumu Suriyeliler gidecek diye kabul etmiş Türk halkı önümüzdeki yıllarda karşısında çok daha fazla Suriyeli bulabilir.

Bu referandumun ana konusu hakikaten Suriyelilerin gitmesi olursa CHP çok dikkatli olmalı. Çünkü AKP bu.
Recep Bey, 2024 seçimlerinin 1. partisi olabilmiş CHP'yi henüz iktidara gelmemişken mültecilerin gitmesine karşı olduğu algısı yaratabilecek bir duruma düşürebilir.
Zaten Erdoğan kamuoyunun desteği alacaktır. CHP de direkt karşı çıkarsa halkın nazarında mülteciperver bir duruma gelir. Zaten referandum da kabul edilir ve 2028 seçimleri CHP adına zora girerken mültecileri göndermeye niyetli olmayan bir parti yaftasıyla seçimi de kazanamazlar.

CHP bu yüzden bu referandumun mültecileri gönderme kisvesi altında sayıları birkaç bin mültecinin gönderilip yerine ilerleyen süreçlerde çok daha fazla sayıda mültecinin alınacağı konusunu halka çok dikkatli bir şekilde anlatmalıdır.

Hadi artık o kadar da olmaz, AKP'nin mültecileri göndereceğine kimse inanamaz diyenlere megri megrilerden ve FETÖ'den nasıl sıyrıldıklarını, halkta nasıl etkili olduğunu hatırlatmak isterim.

13 Şubat 2024 Salı

Toplumlar Nasıl Sömürülür

Sosyoloji konusunda henüz istediğim seviyelere uzak olsam da düşünmeyi epey sevdiğim alanlardan biridir. Toplumların nasıl sömürüldüğüne değinmeden önce toplumun nasıl bir araya geldiğine ve 'kültür'ün nasıl oluştuğuna değinmek gerekmektedir.

Daha önce bir yazımda da değindiğim üzere ahlak konusu burada büyük önem teşkil ediyor. Evrensel bir ahlak anlayışı olmadan insanların bir araya gelmesi, gelse de  bugünkü aklı sayesinde dünyada hüküm süren formda olması imkansızdı. Kısaca doğal seçilim mi yoksa yapay seçilim mi veyahut da ikisinin bir birleşimi mi olduğuna emin olamadığım biçimde ayna nöronları ve empati duygusu burada büyük önem teşkil ediyor, buna daha önce değindiğim için uzatmayacağım.

İnsansı toplulukların ve insan topluluklarının bir arada olmasının arkasında yatan çalmamak, öldürmemek, taciz etmemek, yardımsever olmak gibi genel kabullerin birbirinden bağımsız birçok kültürde, dinde, anlayışta ve tasavvufta yer edindiğini biliyoruz. Hayatta kalmak gayesiyle hem doğal hem de beşeri tehlikelerden korunmak için bir topluluğa muhtaç olmamız bunda temel sebeptir ve bu yargıların bütünü makro ahlakı oluşturmaktadır.

Buraya kadar anlattığım kısım makro ahlakı içeriyordu. Meselenin bir de mikro ahlak boyutu var ki işte bu kültürlerin nasıl oluştuğunu açıklıyor.

İbn Haldun'un da söylediği gibi coğrafya kaderdir. Her coğrafyanın zorunlu kıldığı iklim, ekosistem, insanların geçimini sağlamak adına yürüttüğü ekonomik faaliyetler ve bölgenin getirisi bir yaşam tarzı vardır. Bunların tümü ise kültürü oluşturur. Yani kültür; aynı coğrafyada yaşayan insanların temel güdülerini coğrafyaya uyarlaması ile verdikleri hayatta kalma mücadelesi ve bir nizam oluşturma adına sağladıkları ortak bir reflekstir. Mikro ahlak da budur.

Hala insan kurban eden kabileler, farklı objelere ve canlılara özel anlamlar atfeden inanışlar, belli rakamlara ve davranışları uğursuz bulan batıl inançlar vb. şeyler bambaşka kültürlerdeki insanlara ne kadar saçma gelse de aslında bu davranışların hepsinin altında birbirleriyle aynı kaygılar yatmaktadır. Kollektif bilinçaltının getirisi arketiplerin, dünyayı anlamlandırma yolundaki kaygılarının farklı coğrafyalarda olup aynı kaynaktan beslenerek farklı biçimlerde dökülen ve aynı denize giden reflekslerdir.

Kültürlerin bu kadar farklı olmasının yanında neredeyse her toplulukta gizli veya açık bir kast sistemi, egemen sınıf ve topluluğunun genelinin sömürüsü yaşanmaktadır.

Sömürüler genel olarak kaygı - değer - kutsal - tabu düzleminde ilerler ve tüm bunların sonucu kaçınılmaz olarak çarpık bir düzendir.

Ortada bir kaygı vardır ve bu kaygılar genellikle her insanın içinde bulunan ortak kaygılardır. Bu kaygıya çözüm bulmak adına bir değer geliştirilir. Değerler zamanla ulviyet kazanır ve kutsal haline gelir. Kutsallar ise zamanla eleştirilemez, konuşulamaz ve hatta düşünülemez hale gelir, artık bir tabu olmuştur, kesinlikle sorgulanamazlar. Bu sistemden nemalanan çıkar grupları mutlaka mevcuttur. 

Kaygı zaten doğal bir tavır olduğu için kaygının bastırılması adına geliştirilen değerler de doğaldır. Kutsallaştırma meselesinde çıkar gruplarının parmağının bulunması kuvvetle muhtemeldir fakat kesin değildir. Tabulaştırma ise sömürenlerin eseridir. Çünkü tabularla sorgulanamaz raddeye gelinir ve çarpık düzenler bu sayede kurulur.

İster siyasi akımları, ister feodal sistemleri, ister inançları ve tarikatleri ele alın hepsinde benzer örgülerle karşılaşacaksınız.

Bu çarpık düzenlerin alameti farikası korkutmaktır. Sevgi ve hoşgörünün olduğu ortamda bilgelik ve özgürlük öne çıkar. İnsanlar istediği gibi yaşar ve kendisi gibi olmayanlara da saygı duyar, bu da bir kültürdür fakat insanların bu düzlemde sömürülmesi mümkün değildir. Sorgulanamaz tabular, korkular, neye niye inandığı bilmeyen yığınlar, hayatın anlamını çarpık düzenin dayatmasıyla bulan güruhlar ise mankurtlaşır ve sömüren sınıfı her daim egemen tutar, bu düzene baş kaldıranları ise bu yığınlar elemine ederler.

Woke kültür ve SJW gibi toplulukları da ele alırsak tabuları yıkıp sosyal adaleti sağlamak adına çıktıkları bu yolda kendilerinin de aynı düzlemden geçip inandıkları kavramları sorgulamadan tabulaştırdıklarını fark edebilirsiniz.



7 Şubat 2024 Çarşamba

İstanbul İstanbul Olalı Hiç Görmedi Böyle Keder

 Bu yazıda İstanbul'daki seçimlerde Ekrem İmamoğlu karşısında Akşener, Erdoğan ve DEM Parti'nin planlarına değineceğim.

İlk olarak Meral Akşener'den başlamak istiyorum. Millet İttifakı'nın oluşumunda ben de dahil olmak üzere bazıları Meral Akşener'in işleri muhalefet adına bir şekilde bozabilme ihtimali üzerinde duruyordu. Öyle de oldu. Tabii ki seçim yalnızca Meral Akşener'in masayı devirmesiyle kaybedilmedi fakat tartışmasız da bu da bir etkendi. 

Akşener masayı dağıttı, bir maceraya atıldı ve İmamoğlu ile Yavaş'a da kendilerinden taraf olma çağrısında bulundu. Onlardan birisini aday gösterecekti. İmamoğlu ve Yavaş cephesi ise haklı olarak seçime çok kısa süre kaldığından dolayı bu davete iştirak etmediler ve genel başkanları Kılıçdaroğlu'nun arkasında durdular, başta İmamoğlu olmak üzere çok da çalıştılar. Ben ve benim gibi düşünenler ise Akşener'in bu hamlesini beklenen bir hizipçilik olarak algıladık. Fakat bu çağrı galiba tek boyutlu bir hamle değil, şimdilik iki boyutlu görünüyor, zamanla da diğer boyutları açığa çıkabilir.

Peki ikinci boyutu neydi, seçim zaten kaybedildi daha ne olabilir ki? Bu süreçte İmamoğlu ve Yavaş tepkilerin hedefi oldu. Bazı vatandaşlar kendilerini korkaklık ile itham ediyordu oysaki o dönem çağrılara kulak verselerdi CHP ve diğer küçük partiler bir yanda, İmamoğlu ile Yavaş'ın da katılımlarıyla İyi Parti ve Zafer Partisi bir yanda, Recep Bey ve şürekası birlik içinde bir yanda olacak ve seçim ikinci tura kalsa bile Erdoğan'ın karşısında kim olursa olsun muhalefet kendi içinde darmadağın olduğu için katılım bir hayli az olacaktı.

Meselenin ikinci boyutu kazansın ya da kaybetsin Kılıçdaroğlu sonrası dönem için CHP'nin genel başkanlığına ya da cumhurbaşkanlığı adaylığına gelecek olan Ekrem İmamoğlu'ydu. İmamoğlu İstanbul seçimini, Binali Yıldırım'dan ziyade Recep Bey'e karşı kazanmıştı üstelik iki kere. Genç, dinamik, halkla ilişkileri iyi, hitabeti güçlü ve siyasi karizması olan bir isim olduğu için muhalefet adına kurtuluşun en büyük umudu çok açık bir şekilde İmamoğlu'dur.

Akşener; zamanında yanılmıyorsam oğlum yakıştırmasını yapıp en zor zamanlarında birlikte olduğu, CHP il başkanı Kaftancıoğlu'ndan ziyade daha çok İyi Parti il başkanı Kavuncu ile temasta olan, İyi Parti tabanının da sevdiği Ekrem İmamoğlu'nu bunca şeyin üzerine nasıl desteklemeyip 31 Mart seçimlerini kaybetmesine sebep olabilecekti, çok zor bir senaryo değil mi?

O zaman masayı devirme macerasını tekrar hatırlayalım. İmamoğlu, Akşener'in çağrısına iştirak etmemişti ve bazı kesimlerce haksız yere korkak olarak anılmıştı o günden sonra da Akşener ile İmamoğlu arasında bir soğukluk başladı. Akşener o gün masayı devirerek bir taşta şimdilik iki kuş vurmuş gibi duruyor hem Tayyip ağabeyine seçimi kazandırdı hem de belediye seçimlerinde Ekrem İmamoğlu'nu desteklememenin zeminini hazırladı. 




Hatay Mahsun Kaldı Aman Ekrem Kalmasın

Atatürk'ün şahsi meselesi Hatay ise Recep Bey'in şahsi meselesi de İstanbul'dur, en büyük korkusu da İmamoğlu'dur. 

10 ilimizin etkilendiği depremin yıl dönümünde Recep Bey, Hatay mahsun kaldı dedi. Gerekli ve yeterli yardımların gidemediğinin itirafı gibiydi. Peki bayram değil seyran değil eniştem beni neden öptü durduk yere neden bundan bahsetmiş olabilir, bu söz gerçekten Hatay için söylenmiş bir söz mü?

Beklenen büyük İstanbul depremi herkesin malumu, öyle bir paranoya haline geldi ki insanlar artık kariyer planlamasından sırf bu sebeple İstanbul'u çıkarmaya başladı. Hal böyleyken Recep Bey acaba 20 milyona yakın İstanbulluya 'Deprem kapıda, Hatay'ın hali ortada seçiminizi doğru yapın.' mesajıyla aba altından sopa mı gösteriyor, gözdağı mı veriyor diye düşünmemek elde değil. Siyaset bu her şey olabilir, umarım öyle değildir.




Kocam Çıksın Mapustan, Türkiye Çıkamasın Kabustan.

Öncesinde DEM Parti'nin İstanbul'da aday çıkaracağı konuşuldu, ardından adayın Başak Demirtaş olacağı söylentileri çıktı. DEM Parti'nin kazanamayacağı garanti olan bu seçimde aday çıkartmasının İmamoğlu'nun kaybetmesi için bir adım olduğunu düşünenler oldu. Önce PKK Murat Kurum'u tehdit etti, ardından Başak Demirtaş adaylıktan çekildiğini açıkladı. PKK ile bağlantılı mı, bağlantılıysa ne kadar bağlantılı diye herkesin konuştuğu DEM Parti'nin PKK'nın bu tehdidinden sonra Başak Demirtaş'ın adaylıktan çekilmesi gerçekten düşündürücü. Her seçim dönemi Kandil'den gelen bu açıklamalar da düşündürücü. DEM Parti ile PKK'nın ilişkisi ve bu ilişkiden nemalananlar da düşündürücü. Diyelim ki İmamoğlu ile Recep Bey TV'de karşı karşıya gelse ve İmamoğlu'nun DEM Parti oyları kaygısı olmasa ve bu ilişki sarmalının hep Recep Bey'e yarayan simbiyotik bir ilişki türü olduğunu söylese Recep Bey ne diyecek gerçekten en merak ettiğim meselelerden biri.


SAHİPLİK SÖZLEŞMESİ: Kadın Erkek ilişkilerinin Toplum Düzeni İnşası

      Açıkçası bu yazıyı yazarken gerek sosyolojiyi gerek kültürel antropolojiyi gerekse de diğer önemli disiplinleri yeteri kadar bilmediği...